Osmanlı'nın son dönemlerinde ve Kurtuluş Savaşı yıllarında Karadeniz Bölgesinde bir Rum Devletçiği oluşturma peşindeki Pontus Çetelerinin yarattığı kaos, 1923 ? 26 arasında yaşanan nüfus mübadelesi ile tarih oldu.
Yunanistan'a göç eden Rum kökenli Ortodoksların kimlik arayışları ve bir türlü krizlerden kurtulamayan Yunan devletinin milli birlik oluşturmak için onları kullanmaları nedeniyle Pontusçuluk, bir fantezi olarak hala diri tutulmaya çalışılıyor.
Balkan kökenli Türkler içerisinde Selanik, Kavala, Üsküp, Varna, Saraybosna ve Priştine nasıl bir kalp yarasıysa Anadolu kökenli Rumların benzer bir duygu içinde olmalarına şaşırmamak gerek.
Yunan ve Türk devlet aklı, bu durum karşısında çok farklı iki yöntem izliyor.
Yunanlılar, kendi ülkelerinde Türklerden kalma mezarlık, camii, medrese gibi ne hatıra varsa yok ederken Türkiye'de bıraktıkları her hatıranın diri tutulması için ellerinden geleni yapıyor.
Bu amaçla Fener Rum Patrikhanesini yüceltiyor, her sene Trabzon'da tarihi Sümela Manastırında ayinler tertipliyor. Ayrıca televizyon dizileri, sinema filmleri, romanlar ve benzeri sanat eserlerini teşvik ediyor. Dahası bu eserlerin Türkçe, İngilizce, Rusça gibi dillere tercüme edilerek yurtdışında yayınlanmasını sağlıyor.
Böylece hem Pontus Hayaletini gündeme taşıyor hem de popüler kültürde yer edinmesini sağlıyor. Bu konuda son derece başarılı olduklarını itiraf etmek zorundayız.
Peki biz ne yapıyoruz?
1990'ların sonlarında Samsun'da ve Karadeniz Bölgesinde tek Rumeli derneğimiz vardı. O zamanlar dernek başkanlığı yapan ağabeylerimiz, mutat olarak "Pontus meselesine dikkat çeken" demeçler veriyorlardı.
O zamanlar gençtik, büyüklerimize "nerden çıktı bu Pontus lafı? Ortada böyle bir mesele varsa devletin askeri, polisi, adliyesi halleder. Biz ne diye bu konuda konuşuyoruz?" diye sorardık. Biraz ısrar edince kapılar kapanır, sesler kısılır ve gizemli bir ses rengiyle "devlet görevi olarak bunu yapıyoruz, her şeyi ulu orta sormayın" diye azarlanırdık.
Zaman geçti, ağabeylerimiz görevleri bıraktılar. Bu defa "devlet görevi" bizim kuşağa tevdi edilmeye başlandı. Ancak biz biraz aykırı düşünüyorduk. Devlet Babaya, "Yunanlıların yaptıklarını biz niye yapmıyoruz? Selanik'te Batı Trakya müftümüzle Bayram namazı kılalım, TRT'de Balkanlara yönelik Türkçe, Rumca ve diğer Balkan dillerinde yayınlar yapalım, Balkanlarla ilgili sanat eserlerini teşvik edelim, mübadele müzeleri açalım" dedik.
Doğrusu karşılık da bulduk. Alaçam Mübadele Müzesi böyle açıldı, Balkan ülkelerindeki Türk kökenlilerin deprem ve diğer felaketlere karşı yeteneklerini arttıracak eğitim çalışmaları yapıldı, Türk kökenli öğrencilerin Türkiye'de Türkçe eğitim gören üniversitelerde okumaları sağlandı.
Hatta Arap sermayeli çeşitli yardım kurumlarının Osmanlı mimarisi taşıyan camileri restorasyon adı altında yıkıp yerine Arap mimarisinin özelliğini taşıyan camiler yapmalarına karşı bazı önlemler alındı.
Daha fazlası ise şartlar olgunlaşmadığı için çok fazla mümkün olamadı.
Gel gelelim son birkaç senede Devlet Baba'nın yeniden "tavşana kaç, tazıya tut" taktiğine döndüğünü hayretle görüyoruz.
Yunanlıların Sümela'da ayin yapmasına, Fener Rum Patriğinin uluslararası arenada boy göstermesine, Yunan sanatçıların eserlerinin Türkçe yayınlanmasına sesini çıkartmayan Devlet Baba, yine hikmeti kendinden meçhul adamlara "ısmarlama anti Pontusçuluk demeçleri" verdirerek yasak savıyor.
Daha fazlasını yazmayacağım, çünkü devlet bizim, memleket bizim. Maksadımız da bağcı dövmek değil.
Son bir paragraf ile yazımızı kapatalım:
Devlet işleri, ciddi meselelerdir. 90'lı yıllardaki ağabeylerimiz bu konuları gizli tutmaya özen gösterir ve ellerinden geldiği kadar devlet adabıyla hareket ederlerdi. Şimdikilerin tezgâhtaki mallarını duyurmaya çalışan pazarcılardan hiçbir farkı yok.