Hz. Mevlana, Mesnevi'sinde şöyle bir hikaye anlatır :
"Mîrasyedi bir adam vardı. Konduğu mîrâsın hepsini yedi, bitirdi; ağlayıp sızlanmaya başladı. Cenâb-ı Hakk'a yeniden lütuflarda bulunması için çok duâ etti. Adam bir rüya gördü; rüyasında bir ses duydu. O ses şöyle diyordu:
"Sen, ancak Mısır'da zenginliğe konacaksın! Yürü, Mısır'a git. Allah, niyazını kabul etti. Zaten niyazları kabul eden hep O'dur! Filân yerde pek büyük bir define var! Onu elde etmek için, Mısır'a kadar gitmen gerek!"
Adam; Bağdat'tan kalktı, ta Mısır'a kadar gitti. Fakat oraya vardığında hiç azığı kalmamıştı. Halktan bir şeyler dilenmeyi, onun-bunun kapısını çalmayı düşündü. Bundan da utandı. Sabretmeye karar verdi. Derken, açlıktan yine çırpınmaya başladı. Artık dilenmekten başka çaresi kalmamıştı. "Geceleyin yavaş yavaş çıkar, dilenirim!" diye düşündü. "Karanlıkta gördüğümü seçemem. Böylece, dilenmekten utanmam!"
Böyle düşünerek geceleyin çıktı, mahalleye daldı. Yine dilenip dilenmemek hususunda tereddüt hâlinde sokaklarda dolaşırken gece bekçisi onu yakaladı. Açlıktan kıvranan zavallıyı dövmeye başladı. Çünkü son zamanlarda mahalleye bir hırsız dadanmıştı. Bekçi onu hırsız sanmıştı.
O fakir adam; "Vurma da, hâlimi dosdoğru söyleyeyim!" diye feryada başladı. Bekçi; "İşte sana mühlet verdim!" dedi. "Haydi, söyle; gece vakti ne diye dışarı çıktın? Anlat bakalım! Belli ki sen; buralı değilsin! Doğru söyle; sen buraya ne yapmaya geldin?"
Zavallı adam, yeminler ederek dedi ki: "Ben ne hırsızım, ne de soyguncu! Ben, Mısır'ın garibanıyım; Ben, Bağdatlıyım!"
Garip adam, bekçiye rüyasını ve o define meselesini anlattı. Bekçi; onun doğru söylediğine inandı, gönlü rahatladı. Fakat bir rüya peşinde buralara gelmesine şaşırdı. Ona dedi ki:
"Sen; ne bir hırsızsın, ne de kötü adamsın! Sen; iyi adamsın ama saf ve ahmak bir kişisin! Çünkü bir hayal peşinde koşuyor, bir rüyaya kanıyorsun. Ben de, defalarca rüya gördüm. Bana da; 'Bağdat'ta bir define var!' der dururlar. Bağdat'ın filân tarafında, filân sokağında gömülü bir defineden bahsederler. Hem de bu rüyayı kaç kere gördüm. Fakat hiç de kalkıp Bağdat'a gitmeyi düşünmedim. Ben deli miyim, bir rüya gördüm diye hiç gurbete düşer miyim?!."
Adamcağız şaşırdı kaldı. Çünkü bekçinin rüyasında gördüğü ve söylediği mahalle; Bağdatlı garibin mahallesi idi, onun sokağı idi. Bağdatlı garip bu sözleri duyunca, önce şaşırdı, sonra düşündü; "Demek ki define, benim kendi evimde imiş. Bu böyle olunca; ben neden kendi yurdumda fakir düşmüşüm, yoksulluktan feryat etmişim?" diye hayıflandı, kendi kendine kızdı ve şöyle söylendi : "Meğer ben; definenin başında yoksulluk çekermişim de haberim yokmuş! Ne kadar gafilmişim!.."
"Demek ki gerçek hazine, mutluluk senin kendi evinde ve gönlündedir. O halde evine, yuvana dön, hazineyi kendi içinde ara."
Yine doğu mistisizminde benzer bir öykü anlatılır. Adamın biri hayatın anlamını bilmek ve sorgulamak için yola çıkar. Gitmediği dergâh, görüşmediği bilge insan kalmaz. Ancak hiç birinden aradığı sorunun cevabını alamaz / bulamaz. Yine danıştığı bir bilge kişi ona filanca yerdeki tapınağa gitmesini salık verir. Adam tavsiyeye uyar ve günlerce yol aldıktan sonra sarp bir dağın tepesinde, derin bir uçurumun kenarında kurulu bulunan tapınağa varır. Tapınağa varır ki tapınakta ne bir ermiş vardır ne de bir derviş! Ancak tapınağın duvarında iki kelimelik bir öğüt yazılıdır :"KENDİNİ BİL !"
"Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen!
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen!"
(Kendine saygıyla bak, çünkü âlemin özü sensin
Sen, kâinatın özü olan insansın! )
Dîvan Edebiyatı'nın son büyük şairi Şeyh Galip, bir beyitinde insanı böyle nitelendiriyor. Beyiti okuduğunuzda adeta Hz. Ali'nin "Sen kendini küçük bir cisim sanırsın. Ama en büyük âlem sende gizlidir." sözlerinin şiirleştiğini görüyor / anlıyorsunuz.
Şüphesiz gerçek bilginin, bilgeliğin yolu ve kaynağı, kendini tanımaktan ve bilmekten geçiyor. İnsan, kendini tanımaya yönelik içsel yolculuğuna başlamadan ve bu yolda mesafe kat etmeden "ol"muyor, "ol"amıyor, olgunlaşamıyor.
Kendi iç yolculuğunu tamamlayıp kendini tanımanın sırrına ermiş Anadolu ereni Yunus Emre bakın ne güzel ve ne derin söylüyor :
"İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır!
Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir!"
Bugünün insanı, belki de insanlık tarihinde bugüne kadar eşine benzerine rastlanmayan bir zenginlik ve her geçen gün daha da ilerleyen teknolojik imkânlar içerisinde!? Gelin görün ki, insanlık tarihinin hiçbir dönemi bu çağın insanı kadar mutsuz, tatminsiz, hırslı ve her şeyi ama her şeyi tüketen bir insan tipini ne gördü, ne kaydetti.Bilgi, teknoloji, bugünün insanına sınırsız imkân ve zenginlik bahşetti lakin bunu karşılıksız yapmadı. Karşılığında insanın insanlığını aldı, insanı da teknolojik bir aygıta dönüştürdü.
Bu gidişe direnmek, dur demek ve insanlığımızı kazanarak, "doğal insan" halimize dönmek mecburiyetindeyiz. Bunun için ne kilometrelerce yol kat etmeye, ne bilgeler aramaya, ne de bir tapınağa sığınmaya ihtiyaç var.
Tek bir şeye ihtiyacımız var,kendimize, kendi içimize yönelmeye ve kendimizi tanımaya yönelik içsel yolculuğumuza başlamaya ihtiyacımız var.
Aradığımız şey tam işte burada, bizde, içimizde, yüreğimizde gizli! Çünkü kâinatın ve onun içinde bir zerre olan insanın yaratıcısı bize bizden daha yakın hatta O'nun ifadesiyle, insana"şah damarından daha yakın!" (Kâf sûresi 16.ayet)