Türkiye bir deprem ülkesi. Bu gerçeği hepimiz biliyoruz. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki, ülkemiz dünyada en riskli 6’ncı deprem ülkesi, ancak depremden ölümlerde 3’ncü sırada. Burada bir sorun olduğu açık. Bunu makus talih olarak kabul edip bekleyemeyiz.
24 Ocak 2020’de saat 20.55 de Elazığ merkezli yaşanan ve Samsun’dan Hatay’a çok geniş bir bölgede hissedilen depremde maalesef 38 vatandaşımızı kaybettik. Binden fazla vatandaşımız yaralanmış ve tedavi altına alınmış durumda. Hayatlarını kaybeden vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifa diliyorum.
Yine Elazığ depremi nedeniyle 76 bina yıkılmış ve 645 bina oturulamayacak halde. Hasarlı bina sayısı binden fazla.
Deprem sonrası başta devlet kurumları, sivil toplum kuruluşları ve vatandaşlarımız hiçbir ayrım yapmaksızın bölgeye yardıma koşmuştur. Acıda bir kez daha birleşilmiş, elbirliği ile depremzedelerin yardımına koşulmuştur. Her siyasi partiden belediye görevlilerinin kurtarma faaliyetlerinin içinde olduğu görülmektedir. Tüm siyasi parti temsilcileri bölgede insanımızın dertlerini dinlemektedir. İstenirse birlik ve beraberliğin en alasını gösterebileceğimiz bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bunlar elbette takdire şayan hususlardır.
Depremi yaşadık! Şimdi sıra yaraları sarmada. Devletimiz elbette güçlü. Gerekeni yapacaktır. Lakin dayanışma adına vatandaşların da elini taşın altına koyması, az çok demeden depremzedeler için yapılan yardım faaliyetlerine destek vermesi bu gibi felaketlerin daha az hasarla atlatılması noktasında önemlidir.
Bunun dışında da yapılması gerekenler var. Ve burada en büyük yükümlülük devletimizin. Çünkü ekonomik ve siyasi olarak güçlü olan devlet, Anayasal sorumluluk gereği vatandaşının en önemli hakkı olan yaşam hakkını korumak zorundadır.
Son 20 yıl içinde yaşanan büyük depremlere bir göz atalım.
1999 yılında Gölcük’te meydana gelen 7.4 büyüklüğünde depremde 18 binden fazla insanımızı kaybettik ve bir o kadar insanımız da yaralandı.
Kısa süre sonra Düzce’de meydana gelen ve 5.000 insanımızı kaybettiğimiz deprem oldu.
2011 Van depremi ile 644 insanımızı kaybettik ve çok sayıda insanımız yaralandı.
Tüm bu depremleri yaşayan ülkemizde 20 yıldır önlem amaçlı yapılması gerekenler bir türlü istenen seviyede hayata geçirilememiştir. Bunda sorumluluğun siyasi iktidarda olduğu açıktır.
“Deprem öldürmez, çürük binalar öldürür” diye klişe bir söz vardır. Son depremde de görüldüğü üzere binalarımız depremlere dayanıklı değil. Siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduran siyasi iktidar, maalesef bu konuda bugüne kadar olumlu bir sınav verememiştir. Deprem olduktan sonra enkaz altından kurtarma çalışmalarındaki başarı elbette önemlidir.
Ancak esas olan insanımızın altında kalmayacağı başına çökmeyen binalar yapmak, yaptırmaktır. Ülke şartları ortada. Asgari ücretle geçinmeye çalışan milyonlarca insanımızdan depreme çare olacak şekilde binalarını yenilemelerini, güçlendirmelerini bekleyemeyiz. Bu konu siyasi iktidarın sorumluluğundadır. Bu konuda TOKİ ile belli mesafeler alınmıştır. Ancak depreme dayanıksız konut stoku çok fazladır ve TOKİ dönüştürme hususunda yavaş kalmıştır. Kentsel dönüşüm projesi Bağdat Caddesi gibi çok değerli ve lüks semtlerdeki dayanıklı binaların rantsal dönüşümüne dönmüştür. Yasal olarak da sıkıntıları olan bir projedir. Yıllardır bitmeyen davalar nedeniyle süreç çok yavaş yürümektedir.
Yine gelir elde etmek amaçlı olduğu açık olan imar aflarıyla çürük ve kaçak yapılan binalara af çıkartılmış ve yasal hale getirilmiştir. Geçen yıl içinde İstanbul’da kendiliğinden yıkılan binaları hepimiz hatırlıyoruz. Depreme dayanıklı olduğuna dair sağlam raporu alınmaksızın verilen bu yapı kullanma izin belgeleri faciaya adeta davetiye çıkarmaktadır.
Gelinen aşamada Türkiye’nin önündeki en büyük sorunlardan biri, belki de en önemlisi beklenen İstanbul depremidir.
Siyasi iktidarın söylemlerine göre beklenen deprem 7,5 ve üzeridir. Tüm bilimsel çalışmalar beklenen bu büyük İstanbul depreminin çok yakın zamanda mutlaka olacağını göstermektedir. İstanbul’da olacak 7 ve üzeri bir depremde olabilecekleri hayal bile edemiyoruz. Burada olabilecek can kayıpları hakkında rakamları telaffuz etmeye gerek yok. Bilimsel çalışmalar gösteriyor ki, böyle bir deprem sonrası oturulamayacak derecede ağır hasar alacak ve yıkılacak bina sayısı 50.000’den az olmayacak. Bu kadar ağır bir bilançoda sokakların enkaz yığınına döneceği, ulaşımın mümkün olamayacağı, haftalar hatta aylarca enkaz kaldırma ile uğraşılacağı açık.
Peki bizler büyük İstanbul depremine hazırlanmak adına ne yapıyoruz?
İşte burada başta siyasi iktidar olmak üzere tüm ülke olarak en büyük seferberlik faaliyetlerinden birini başlatmak gerekiyor. Deprem öncesi ve sonrası için okullarda eğitim verilmeli, toplumsal duyarlılık artırılmalıdır. Kanal İstanbul başta olmak üzere bazı projelerin çevre tahribatı yaratacağı, ekonomik külfetler getireceği ortada. Bu tür projelere yatıracak paramız varsa bu parayı asrın en çılgın projesini başlatmak için harcayalım. İstanbul’u baştan aşağı yeniden dönüştürelim.
Bunun için öncelikle İstanbul sınırları içindeki tüm yapı stokunu denetimden geçirelim. Dayanıksız binaları belirleyerek burada oturanları tahliye edelim ve mahalle bazlı zorunlu dönüşüm yapalım. Burada vatandaşa da hak ve yükümlülük getirerek projeye dahil edelim. Kanal İstanbul yatırımı belki ülkeye birkaç milyar dolar kazandırabilir, ancak bir deprem sonrası İstanbul’un yıkılması ülkemizi yıllarca geri götürür ve altından kalkamayız. Binlerce insanımızı kaybedeceğimiz açık.
Kısaca, beklenen İstanbul depremine hazırlıksız yakalanmak ekonomik ve sosyal bir felaket olur. Şu halde bugünden yarına yok bu konuda topyekûn seferberlik zamanı!
Sağlıcakla…
Av.Kürşat Orhan Şimşek