
Bir önceki yazımızda, Muğla'nın güzide ilçesi Datça'da, Eudoxus'un 2400 yıl önce yaşadığı Knidos'ta, büyüleyici bir gün batımında doğanın eşsiz manzarası karşısında sorduğumuz o kadim soruyla bitirmiştik:Ben kimim?
Süren bu manzarayı sessizce izleyicilerine sergiliyordu. Sanki hem geçmişe hem geleceğe aynı anda bakıyorduk.
Ve biz yalnız değildik. Yüzlerce insan aynı büyünün içine kapılmıştı. Güneş, son ışığını ufka bırakıp kızıllığa gömüldüğünde kalabalık bir anda coşkun bir dalga gibi kabardı; alkışlar ve haykırışlar, o anın heyecanını gökyüzüne taşıyordu.
Aklıma takıldı;
Acaba hepimiz gerçekten aynı manzarayı mı görüyorduk?
Ufuk, kızılın olağanüstü tonlarına bürünürken, oradaki her birimizin zihninde aynı gerçeklik mi oluşuyordu?
İşte bu yazıda, bu soruların izini sürmeye devam edeceğiz.
Bu kez bakışlarımızı yalnızca gökyüzüne değil, kendi iç dünyamıza da çevireceğiz. Çünkü belki de aradığımız cevap, yıldızların derinliklerinde olduğu kadar zihnimizin kıvrımlarında da gizlidir.
Haydi başlayalım?
Her sabah uyandığında, gözlerini açtığında odanın köşesini, pencerenin ışığını, etrafındaki eşyaları görürsün. Hepsi sana apaçık "gerçek" gibi gelir. Çoğu zaman bunu gözlerimizin bize sunduğu bir gerçeklik olarak kabul ederiz.
Ama gözlerimiz, aslında yalnızca ışığı algılayan birer alıcıdır. Dış dünyayı görmezler; yalnızca bilgiyi taşırlar. Asıl iş, beynimizdedir. O ışığı işler, yorumlar ve dünyayı bize yeniden sunar.
Bunu anlamak için bir örnek verelim:Bir elmaya bakalım.
Güneş'ten fırlayan ışık parçacıkları, yani fotonlar, yaklaşık150 milyon kilometrelik bir mesafeyi yalnızcasekiz dakikada katederek Dünya'ya ulaşır. Bu, evrendeki en büyük hız olan ışık hızının bir armağanıdır. Yolculuğun sonunda ışık, Dünya'nın atmosferine girer. Atmosferdeki moleküller özellikle kısa dalga boyuna sahipmavi ışığı güçlü biçimde saçar. İşte bu yüzden gökyüzü bize mavi görünür. Geriye kalan daha uzun dalga boyları-kırmızı, turuncu ve sarı tonlar-daha az dağılır ve yoluna devam eder.
kabuğundaki pigmentler ışığın büyük kısmını emer, amakırmızıya yakın dalga boylarını geri yansıtır. Elma yüzeyinden geri yansıyan bu dalga, gözümüze doğru yolculuğa başlar.
İşte biz de o anda elmayı kırmızı olarak görürüz. Yani aslında elma, kendi rengini ışıkla yaptığı bu etkileşim sayesinde bizim gözlerimize "fısıldar."
Artık, bir elmaya bakarken bile gökyüzünün maviliği, Güneş'in yolculuğu ve ışığın fiziği arasındaki o muazzam bağlantıyı sezebiliriz.
O halde, gelin bakışımızı biraz daha derinleştirelim. Işığın, gözümüze ulaştıktan sonra nasıl "gerçekliğe" dönüştüğünü birlikte izleyelim.
Elmanın yüzeyinden fırlayan kırmızı ışık dalgaları, görünmez bir yolculuğa çıkar ve gözlerimize ulaşır. Gözbebeklerimiz onları içine alır, mercek ince bir titizlikle odaklar ve tüm o ışık retinamızın üzerine düşer. İşte burada, milyonlarca küçük hücre-çubuklar ve konlar-bir mucizeye imza atar: Işığı elektriksel sinyallere çevirirler.
Bu sinyaller, optik sinir aracılığıyla beynin görme merkezine ulaşır. Ve orada olağanüstü bir tiyatro başlar: Renkler ayrılır, şekiller belirir, derinlik ortaya çıkar. Beyin, hafızadaki "elma" bilgisini çağırır, eksikleri tamamlar, kenarları netleştirir. Bir an sonra ise o tanıdık görüntü zihnimizde belirir:Elma.
Ama unutma: Gördüğün şey, elmanın kendisi değildir. Bu, beyninin ışığı işleyerek yarattığı bir imgedir. Yani görmek, yalnızca gözün işi değil; zihnin yaratıcı bir sanatıdır.
Elmaya baktığında gördüğün, onun kendi başına var olan hâli değildir; gördüğün, zihninin ona yüklediği renk, şekil ve anlamdır.
Peki o zaman sormamız gerekmez mi?
O elma, sen bakmadığında da aynı mıdır?
Ve senin gördüğün elma, başkasının gördüğüyle gerçekten aynı olabilir mi?
Belki de aynı elmaya bakan iki kişi, zihninde iki farklı elma yaratıyordur. Birinin gözünde daha parlak, diğerinin belleğinde daha soluk? Çünkü her zihnin anıları, deneyimleri ve duyguları farklıdır.
Demek ki tek bir fiziksel varlık, yüzlerce farklı zihinde yüzlerce farklı gerçeklik olarak varlık bulur.
İşte bu, evrenin en şaşırtıcı yanlarından biridir: Gerçeklik, tek bir ortak manzara değil; her birimizin zihninde yeniden doğan bir evrendir. Eğer herkes dünyayı aynı görseydi, sanat, edebiyat, hatta bilim bile olmazdı. Çünkü yaratıcılığın kaynağı, dünyayı farklı görebilme yetimizdir.
Ve belki de bu yüzden, basit bir elmaya bakış bile bize evrenin derin sırlarından birini fısıldar:
Gerçeklik, gözlerimizin gördüğü değil; zihnimizin kurduğu şeydir.
Demek ki benim gördüğüm gerçeklik, evrensel bir gerçeklik değil; doğduğum andan bugüne kadar biriktirdiğim deneyimlerle, duygularla ve belleğimle şekillenmiş bana özgü bir gerçekliktir.
Burada kaçınılmaz bir soru doğuyor:
Evrensel gerçeklik nedir? Ve biz ona gerçekten ulaşabilir miyiz?
Platon, mağaradaki gölgelerle algımızın sınırlılığını anlattı.
Berkeley, "var olmak algılanmaktır" dedi.
Kant, "şeyin kendisine asla ulaşamayız" diyerek insan zihninin mutlak gerçeklik karşısında sınırlarını çizdi.
Modern bilim de bu düşünceleri destekler nitelikte bulgular sunuyor. Kuantum fiziği bize, gözlemin yalnızca pasif bir tanıklık olmadığını, mikrodünyada kimi zaman gerçeğin kendisini bile değiştirdiğini gösteriyor. Çift yarık deneyinde parçacıkların bakışımızla farklı davranması, "gerçek" dediğimiz şeyin sandığımızdan çok daha kırılgan olduğunu hatırlatıyor.
Belki evrensel gerçeklik, bizim dışımızda vardır ama biz ona doğrudan asla ulaşamayız. Bizim payımıza düşen, onun zihnimizdeki yansımalarıdır.
Ama belki de asıl değer,gerçeğin kendisine ulaşmakta değil, onun peşinden yürümektedir.
Eğer gördüğümüz şey zihnimizin bir yorumuysa, gerçeklik ile bilinç birbirinden ayrılamaz. Evren, ancak bizim bakışımızla bir anlam ve şekil kazanır. Biz olmadan evren belki vardır, ama "anlamlı" değildir.
O hâlde şu soruya kulak verelim:
Ben kimim?
Belki de bu soru, yalnızca bizim bireysel arayışımız değil; evrenin kendi kendine yönelttiği bir sorudur. Biz, evrenin kendine açtığı gözler, kendi varlığını sorguladığı bilinç kıvılcımlarıyız.
Ve belki de gerçeklik, sandığımız gibi dışarıda bir yerde değil; bizimle birlikte, her bakışta yeniden doğmaktadır.
Bir sonraki yazımızda bu sorgulamayı daha da ileriye taşıyacağız. Zihnimizde kurulan gerçeklikten, dış dünyadaki parçacıkların gizemli davranışlarına uzanacağız. Özellikle kuantum dünyasının en şaşırtıcı deneylerinden biri olançift yarık deneyi bize şunu sorduracak:
Gerçeklik, biz bakmadığımızda da aynı mıdır, yoksa bakışımızla mı şekillenir?
Belki de evren, gözlerimizden geçen bir bakışla kendi sırrını açığa çıkarıyordur?
Bir sonraki yazıda görüşmeküzere.
Prof.Dr. Hüseyin Kalkan