Prof.Dr. Hüseyin Kalkan

İtiraflarım

Prof.Dr. Hüseyin Kalkan

2005 yılında akademik hayatımın en heyecan dolu ve en mutlu günlerini yaşıyordum. 

Çünkü Karadeniz'in gökyüzüne açılan ilk penceresi olan Ondokuz Mayıs Üniversitesi Gözlemevi'nin açılışını gerçekleştirmiştik.  

Gözlemevi çok ilgi görmüştü.  

Bu ilgi bizim de heyecanımızı arttırmıştı. 

Bu heyecan bizleri yeni arayışlara sürüklüyordu.

2006 yılının Eylül ayında ailemle birlikte Almanya seyahatinde bulunmuştum.  

O dönemde ülkemizde o büyüklükte bilim müzesi bulunmadığı için Almanya'nın en büyük bilim müzelerinden biri olan Münih şehrindekiDeutsches Museum'a oğlumla birlikte bir ziyaret planlamıştık. 

Deutsches Museum, 1903 yılında kurulmuş ve Dünyanın ilk modern bilim merkezlerinden biridir.

Bu müze, bilim ve teknoloji alanlarında çok geniş bir koleksiyona sahip olmakla birlikte, ziyaretçilere çeşitli bilimsel konularda eğitim imkanı da sunmaktadır.

İyi ki de ziyaret etmişiz.  

Çok etkilenmiştim 

Çok heyecanlanmıştım.  

Deutsches Museumda yaklaşık dört saatlik çok keyifli bir zaman geçirmiştik. 

Ziyaretimizin hemen ardından, bu tür bilim merkezlerinin mutlaka ülkemizde de kurulması gerektiği düşüncesinden kendimi bir türlü alamıyordum. 

Birkaç gün sora Münih yakınlarındakiAugsburg şehrinde bulunan bir planetaryum ziyareti planlamıştık. 

Planetaryumda, Alman ilköğretim öğrencileriyle birlikte gökyüzüyle ilgili bir sunuma katıldık.

O gök kubbesi altındaki Alman çocuklarının planetaryum eğitmeninin sorularına vermiş oldukları cevaplar ve heyecanla sohbete katılma istekleri beni çok etkilemişti.

Biraz araştırdığımda, ülkemizin bilim ve teknoloji alanında niçin batının çok gerisinde kaldığı acı gerçeğiyle yüz yüze kalmıştım.

Çünkü Almanya, bilimi topluma yaymak ve bilim toplumu oluşturmak için hemen hemen her şehrini bilim müzeleri, bilim merkezleri, planetaryumlar ve botanik bahçeleri gibi kuruluşlarla donatmıştı.

Ülkemizde ise o yıllarda henüz daha bilimi toplumla buluşturacak bu tür merkezler yok denecek kadar azdı.

Bir şeyler yapılması gerekiyordu.

Samsun'a döndüğümde soluğu o dönemde Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörü olan Prof. Dr. Ferit BERNAY'ın yanında almıştım.  

Sabırsızlıkla heyecanımı paylaştığımda, rektörümüz"kendisinin de Londra'da planetaryuma gittiğini, çok heyecanlandığını" söyleyerek ben daha teklif etmeden her türlü desteği sağlayacağını ifade etti. 

Sadece 1 yıl sonra 2007 yılında 7.20 cm çaplı bir kubbeye ve 30 koltuğa sahip ülkemizin ilk yerli planetaryumunun açılışını yapmıştık. 

Artık, 14 inçlik bir teleskopa sahip bir gözlemevi ve bir planetaryumu olan ülkemizin ilkAstronomi Eğitim Merkezinikurmuştuk. 

OMÜ Astronomi Eğitim Merkeziolağanüstü bir ilgi görüyordu.  

Şehrimizden ve yakın komşu illerden çok yoğun bir randevu talebi yapılırken ülkemizin her köşesinden başta eğitim kurumları olmak üzere çok değişik kuruluş ve kişilerden ziyaretçi akınına uğruyordu. 

Gelen gruplara öncelikle buranın önemini belirten yaklaşık 20 dakikalık bir tanıtım sunumu yaptıktan sonra programa başlıyorduk. 

İşte bu okul ziyaretlerinden bir tanesiydi. 

Ortaokul yedinci sınıf öğrencisi bir grup öğretmenleriyle birlikte merkezimizi ziyaret ediyordu.  

Program başlamadan önce benimle bilim ve astronomi hakkında sohbet etmek istediler.  

Ben de bu isteklerini büyük bir memnuniyetle kabul ederek daha önce farklı yaş gruplarına göre hazırlamış olduğumuz sunumlardan birini heyecanla anlatıyordum. 

"Evrenin ne kadar büyük olduğunu ve eğer ışık hızında giden bir araç yaptığımızı düşünürseniz bize 44 trilyon kilometre mesafede bulunanAlfa Centauri Cisimli en yakın yıldıza 4.4 yılda, galaksimizin bir ucundan diğer ucuna ise yaklaşık yüz bin yılda gidebileceğimizi ve buna asla ömrümüzün yetmeyeceğini"büyük bir özgüvenle söylediğim de, hala gözlerindeki o parıltıyı asla unutamayacağım şirin bir kız çocuğunun elini havaya kaldırarak soru sorma talebindeki heyecanın, benim dikkatimiçekmemesi mümkün değildi. 

"Ama öğretmenim" diye başlayan"Eğer ışık hızına ulaşırsak yani ışık hızındaki bir uzay aracıyla yolculuk yaparsak hiç yaşlanmayız ki, yani zaman durur." sözleri, o şirin küçücük kız çocuğunu karşımda devleştirirken, ben ise böyle bir cevap karşısında bir an küçücük bir noktaya dönüşmüştüm.

Bir an, ne yapacağımı şaşırmıştım.  

"Ama öğretmenim" dedirtecek hangi büyük hatayı yapmıştım. 

O an söylediklerimi aklımdan geçirerek "kontrol" etmiştim. 

Tabi ki hata yapmıştım! 

Hem de çok büyük bir hata... 

"Işık hızında hareket eden bir uzay aracıyla galaksimizin bir ucundan diğer ucuna seyahat etmeye ömrümüz yetmez"cümlesi,Einstein'ın ünlüÖzel İzafiyet Teorisine göre büyük bir hataydı.

Harika kızımız, sormuş olduğu o olağanüstü sorusuna haklı olarak bir zafer kazanmış edasıyla, benim vereceğim cevabı heyecanla bekliyordu. 

Tabi ki benim sözlerime;Einstein'ınÖzel İzafiyet Teorisinegöre"Hiçbir nesnenin hiçbir zaman ışık hızına ulaşamayacağını, belli koşullarda Işık hızına yaklaşabileceğini ve eğer bir nesne ışık hızına ulaşırsa bu durumda zamanın duracağını"söyleyerek başlamam gerekiyordu. 

Bilimi anlatmanın ve bilim hakkında konuşmanın, özellikle bu alandaki eğitimciler için çok büyük sorumluluk isteyen bir özellik olduğunu büyük bir bedel ödeyerek öğrenmiştim.

Artık daha dikkatli olmam gerektiğini anlamıştım. 

O kızımızın bu günlerde 25-26 yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum. 

Eğitim sistemimizin onu nerelere sürüklediğini de doğrusu çok merak ediyorum.

Eğer bu kızımız Amerika'da doğsaydı, San Francisco  şehrindekiSilikon Vadisindeolma ihtimali çok yüksek olacaktı.

Şu an ne yapıyor olduğunu bilmiyorum ama bana çok iyi bir ders verdi.  

Tabi ki öğreneceğimiz şeyler ve alacağımız dersler yaşam boyu asla bitmeyecek. 

Akademisyenlik bana göre Dünyanın en mükemmel mesleği.

Ama çok büyük bir sorumluluk istediği de açık.

Yine, Ordu ilinin bir ilçesindeki bir ilkokula, astronomi ve bilim konusunda öğrencilerle sohbet etmek için davet edilmiştim. 

Sohbetimiz esnasında minik bir çocuğun Güneşle ilgili sorusuna cevaben;  

"Güneş'in yaklaşık beş milyar yıl sonra hidrojen yakıtını tüketerek genişleyeceğini ve Dünyamızı da içine alarak Dünyadaki yaşamın sona ereceğini" söylediğimde çocukların yüzlerini birden korku sardı ve içlerinden birinin ağlamaya başladığını görünce o an büyük bir şaşkınlık yaşamıştım. 

"Niçin ağlıyorsun" diye sorduğumda;"Siz hepimizin öleceğini söylüyorsunuz. Annem ölecek, babam ölecek, öğretmenim ve hepimiz öleceğiz" diye ağlayarak cevap verdiğinde onu ikna çabalarımı anlatmakta şu an bile zorlanıyorum. 

Tabi ki, çocuklar o yaşta soyut zaman kavramını henüz daha zihinlerinde somuta çeviremedikleri için yaklaşık beş milyar yıl sonra gerçekleşecek Güneş ölümünün kendi yaşam süreci içerisinde gerçekleşeceğini düşünüyorlardı.

Büyük bir hata yapmıştım.

Aslında anlattıklarım bilimsel olarak doğru olsa da o yaş grubuna aktarış yöntemim doğru değildi.  

Daha önce bir kitapta karşılaştığım"Bilgi sorumluluk ister"cümlesinin ne kadar önemli olduğunu geç de olsa yaşayarak öğrenmiştim. 

Ya bu bilginin paylaşımı!

Çocuklara bilimi, doğayı ve onun kurallarını doğru olarak anlatmanın, onların seviyelerine inmenin gerçekten büyük sorumluluklar taşımakla birlikte büyük bir yetenek istediğini de yaşayarak görmüş oldum.

Geçen hafta TÜBİTAK Bilim Söyleşileri kapsamında Samsun Atakum Bilim Sanat Merkezinde yine ilkokul çocuklarına"Astronominin Gizemli Dünyasına Yolculuk"başlıklı konuşmamı yaparken çocukların elleri hep havadaydı.

Yani heyecanla sorular sormak için birbirleriyle yarışıyorlardı.

Aslında onlar öğrenmeyi çok istiyorlardı.

Fakat bizim onlara olması gerektiği gibi öğretip öğretemediğimiz konusunda şüphelerim var.

Çünkü bu merak eden, öğrenmek için soru soran ve sorgulayan minik beyinlerin lise yıllarına doğru ilerledikçe bu yeteneklerini yitirmeye başladıklarını, hatta çoğunluğunun üniversite sıralarında artık soru sormayı, sorgulamayı bıraktıklarını, sadece diploma almayı hedefleyen makinalara dönüştüklerini görmek bende, eğitim sistemimizin mutlaka yeniden gözden geçirilmesinin zorunlu hale geldiği düşüncesini oluşturuyor.

Eleştirilere öncelikle kendimizden başlamanın, sorunların anlaşılmasını kolaylaştıracağına inancım tamdır.

Bu konularda fırsat buldukça yazmaya devam edeceğim.

Evet, akademisyen olmak, öğretmen olmak ve eğitici olmak gerçekten çok büyük yetenek gerektirdiği gibi, aynı zamanda bu işi yapan kişilere çok büyük sorumluluklar da  yüklemektedir.

Soru şu; 

Sayıları Bir milyonu aşan öğretmenlerimizin ve iki yüz bini aşan akademisyenlerimizin bu sorumluluğu ne kadarı taşıyabildikleri tartışmaya açıktır! 

Sayıları yüz elliyi aşan eğitim fakülteleri, ülkenin ihtiyacı olan donanımlı öğretmen adaylarını yetiştirebiliyor mu? 

Ya eğitim fakültelerine gelen öğrencilerin yeterlilikleri??? 

Cevap aranacak o kadar çok soru var ki... 

Bir akademisyen böyle hatalar yaparsa, ya öğretmenler!

Ya da ailelerin yanlış yönlendirmeleri!

Ya eğitim sistemimiz?

Aman yarabbim!

Cesaretle konuşmalıyız, yazmalıyız ve tartışmalıyız.

2024'te her şeyin gönlünüzce olması dileğiyle... 

Saygılarımla... 

Not: Köşe yazılarımı yazdıktan sonra,  yazım kuralları, şekilsel, akış ve bilimsel olarak kontrol eden,

Prof.Dr. Ahmet Faik SESLİ'ye

Prof.Dr. Metin YAVUZ'a

Dr. Kadir YALINKILIÇ'a

Uzman Yakup KARABAK'a

Bütün yazıların dil, akış ve bilimsel olarak ilk kontrol eden doktora öğrencisi oğlum;

Mirkan Yusuf KALKAN'a

Ve, olumlu veya olumsuz eleştirilerde bulunan tüm okurlarıma teşekkürlerimi bir borç bilirim.