Bazı romanlar oluyor, okurken de bitirdikten sonra da uzun süre etkisinden kurtulamıyorsunuz. Günlük hayatınıza devam ederken aklınıza bir anda o romandan birileri ya da bir sahne gelebiliyor. Bu tür romanlar ya genelde gerçek olaylardan alınmış ya da otobiyografik çizgiler taşıyan şeyler oluyor. İşte o romanlardan birisi; Hasan İzzettin Dinamo’nun Savaş ve Açlar’ıdır.
Konusu Samsun’da geçen romanlardan daha önce söz etmiştik. Savaş ve Açlar bunların arasında müstesna yere sahip bir romandır. Ancak ne acıdır ki, Samsun’da geçen bu büyük romandan Samsunluların kahir ekseriyeti habersizdir. Bu tablonun baş müsebbipleri ise şehrin yöneticileri, kültür işleri, belediyelerin kültür daireleri, üniversitenin ilgili fakülteleridir. Kimliği, kültürü, sahibi olan şehirler, çıkardıkları sanatçılara ve sahne oldukları sanat hadiselerine kıymet verirler. Ancak Samsun’da böyle bir şeyi ara ki, bulasınız!
Hasan İzzettin Dinamo, sosyalist kesimde bilinen bir isim. Hayata veda edeli epey olmuş. Trabzonlu bir ailenin çocuğu ve daha bebekken önce İstanbul’a, oradan da 3-4 yaşlarındayken Samsun’a gelmişler. Babası Yemen çöllerinde yedi yıl harp edip, hayatta kalan nadir askerlerden birisiymiş. Ancak Cihan Harbi başlayınca önce Karadeniz’deki pek çok erkek gibi babasını, ardından da 15 yaşındaki ağabeyini cepheye almışlar. Onların gidecekleri yer Sarıkamış Cephesi olmuş ve maalesef geri dönememişler. Hasan İzzettin Dinamo, henüz 5-6 yaşlarındayken, anası ve kardeşleriyle birlikte 1910’ların Samsun’unda yokluk ve açlık içinde kalakalmış.
Şimdi ‘Hasan İzzettin’ yerine ‘Musa’ ismini koyun oraya. Çünkü roman ana konusu ve olaylarıyla neredeyse tamamen gerçek. Romanı başarılı kılan ama okuyucuyu çok daha derinden etkileyen şey de tam bu işte; gerçek olması! Hatta maalesef gerçek olması…
Konu ve gidişatla ilgili çok fazla ipucu vermek istemiyoruz. Çünkü biliyoruz zor ama isteriz ki, her Samsunlu, her Karadenizli, her Türk vatandaşı bu romanı okusun. Evet, yazarın dünya görüşü, hayata bakışı, inançları ya da inançsızlığı… Bunlara katılıp katılmamak herkesin kendi tercihidir lakin anlatılanları yabana atmamak lazım. Üstelik bazı şeyleri yaşamadan hüküm vermek kolay olsa gerek. Savaş ve Açlar, Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana’sını hatırlatıyor. İki roman hüzünleri ve hadiseleriyle epeyce benzeşiyor. Bu doğal çünkü savaşın milleti, dini, ülkesi yok; büyük bir acı ve yıkım demek. Savaşın tarumar ettiği şeylerin başında ise ahlak ve merhamet geliyor.
Biz savaş denince genelde gidenlerin hikâyelerine odaklanıyoruz. Ancak bir de kalanlar var. Cephe gerisindeki acıların cephedekilerden aşağı kalır bir yanı olmadığını bu romanda iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Kitabın adı bütün romana sinmiş durumda; savaş ve açlar.
Yıllar süren kıtlık günlerinde açılığın ne büyük bir felakete dönüştüğünü görüyorsunuz. Sonuçta romanın geçtiği şehirdeyiz. Roman biter bitmez şimdi bir tarafında kocaman bir AVM’nin yükseldiği Mert Irmağına inin. Köprüden o sulara bakın. Salhanenin nerede olduğunu, Reji binasını kestirmeye çalışın. Musa’nın denize girdiği alan şurası olmalı; Tatar barakaları burada olmalı diye farklı bir gözle bakın şehre. Daruleytam ise bugünkü Sosyal Bilimler Lisesi alanındaymış.
Romandaki anlatım çok başarılı. Kalın bir kitap olmasına rağmen yormadan okutuyor kendisini. Trajedi dolu bir roman. Tasvirler, gelişmeler yerli yerinde. Fakirliği, açılığı, sefaleti, haksızlığı, kalleşliği ziyadesiyle duyabiliyorsunuz.
Bugünkü rahatımız ve refah seviyemiz göz önüne alındığında insanın inanamayacağı şeylerle karşılaşıyorsunuz. Kuduz, pislik, fakirlik, açlık, garibanlık, yokluk, hastalık… Köpek pisliği toplamaktan tutun da deniz suyundan tuz çıkarmaya kadar hemen her şey. Ve açlıktan ölen çocuklar; şehit eşi ya da çocuğu olmalarına rağmen yüzüne bakılmayanlar, kötü yola düşürülenler… Kırım göçmenleri, Kafkas göçmenleri, Balkan göçmenleri ve Doğu Karadeniz göçmenleri, Ermeni ve Rumlar… Elbette Her dönemin yüz karaları olan savaş fırsatçıları ve elbette gemilerini yüzdürenler. Bedel ödeyenler. Şehitlerin kim için şehit olduğunu sorgulamak zorunda kalıyorsunuz. Bir ailenin merkezde olduğu, büyük ve sarsıcı acılar barındıran bir romanla karşılaşıyorsunuz.
Milletlerin tarihlerinin kişisel tarihlerle ilişkili olduğunu unutmamak lazım. Ve hayat ‘1914-18 yılları arasında Birinci Dünya Savaşı'nı yaşadık’ cümlesi kadar basit ve kolay değil asla…