Derya Cesur

BİR MURADA ERMEK

Derya Cesur

Yazmak için güzel nedenler bulmak epey zorlaştı. Savaşların, geçim derdinin, ölenlerin, öldürenlerin, cinnet geçirenlerin, paranın karasına gönül verenlerin ve sayamayacağım milyon tane depresif gündemin arasında iyilik ve güzelliği görmek için özel geliştirilmiş bir lense ihtiyaç var. "Her neredeyse biz de gidip alalım" diyemeyeceğimiz, tonla para versek de bulup alamayacağımız bir görüş becerisi bu. Bu dünyaya doğup da gece gündüz onunla dönmeyen, girdaba kapılmadan muradına ermenin yolunu bulanlara nasip bir hediye."Böylesi de var mı?" dersin belki; var kardeşim.

 

Sadeliğiyle, kokusuyla, canseverliği, ağacın ve ondan üretilmiş her şeyin insanı nötrleyen enerjisiyle , cezvede köpüren dost kahvesi, havada dağılan nefis melodileriyle ne zaman ayak bassam kendimi arınmış hissettiğim bir mekanı var bu şehrin. Saflığın, sevginin, estetik yaratımın, çiçeğin, ağacın, kedinin, kıyıya vuran yorgun bir dal parçasının buluştuğu bir yer; bir atölye. İçinde, sıradan bir dört duvarı kendi küçük cennetine dönüştüren eşsiz bir usta ile.

 

Mekanlar insanların suretleridir. Düşüncelerin, duyguların, yaşam içindeki duruşun tezahürüdür. Bu yüzden şehirler bizi anlatır. Evler, sokaklar, kaldırımlar, oturmak için seçtiğimiz koltuklar, sahip olduğumuz arabalar ve daha neler neler.

 

Atölyesi deMurat Dölek'i anlatır. Onu ve hikayesi onunla yazılanTahta Yürek'i.

O kapıdan ilk ne zaman girdiğimi hatırlamıyorum, yıllar yıllar önceydi. İstiklal Caddesi'nin birbirine benzeyen alt sokaklarından birinde, birbirinden ayırması zor olan eski apartmanlardan birinin en alt katında çiçekleriyle meşhur bir balkon vardı. Göreni gülümseten bir hali vardı balkonun. Kupkuru toprağın çatlak damarlarından boy vermiş yeşil bir filiz gibiydi. Tüm o çirkin benzerliklerin içinde renk renk, yaprak yaprak direniyordu sanki. Sonra kapıyı çaldım. Kapı açılır açılmaz duyumsadığım ilk şey kokuydu. Bir zaman sonra kırmızı yürekli tahta adamlara dönüşecek olan ham kerestelerden havaya dağılan tozun muhteşem kokusu. Gepetto'nun Pinokyo'yu yaptığı yer de böyle bir yer olsa gerek dedim. Ancak böyle bir yerden çıkar öyle  hayat dolu bir kukla. Belki kıştı. Belki o penceresiz odada odun sobası yanıyordu.  Mutfaktaki mütevazi ocakta kahve köpürüyor, gözlerim gördüğüne, kulaklarım duyduğuna hayranlık duruyordu.  Nohut oda bakla sofrada bir tuhaf huzurdur almış başına gidiyordu.

 

Şimdilerde Denizevleri'nde, Atakum sahilinin 100 metre gerisinde bir ara sokakta can buluyor tahta yürekler. Yalnızca onlar yok.  Ölmeye yüz tutmuş asmanın, yıkılmak üzere olan incir ağacının, saksı saksı bitkilerin, işi gücü yürek yapmakolan bir ustanın duyarlı kalbi ile yeşillendiği kaldırımdan bir bahçe var şimdi o sokakta. Sevgi dolu bir elin yardımıyla canlanıp büyüyen incir ağacının gölgesinde içilen şekersiz kahveler ve dost sohbetleri var.  Ne yaşarsa yaşasın "Bu da geçer!" diyen, "Denizim şurada,güneşim yukarıda, sanatım elimde. Ne isteyeceğim daha?" diyerek gülümseyen bir yüz, içten bir ses var o sohbetlerin içinde.

 

 Özel bir hediye için sipariş vermeye gidip bir tatlı huzurla dolduğum sanki bu ülkeye ait olmayan bu mekan, bütünüyle orayı var eden insanın hayatı yorumlayışıyla biçimlenmiş. Elinin değdiği yeri bozan insan ırkının yaygın alışkanlığının aksine, elinin değdiği yeri yaşatan ve yaşarken baktığı yerde güzeli görebilen inatçı bir iyimser o. Dünya içindeki küçük bir dünyanın, ülke içindeki bağımsız bir iyilik ülkesinin kurucusu ve tek vatandaşı. Satın alınamaz, pazara gitsek bulunamaz bir bakış ve bir oluş hali Murat; kendi gezegeninin Küçük Prens'i . Kitaplarıma doğanın kucağından bir yuva, sevdiklerime yaratıcı bir incelik. Gidin ve keşfedin. Fakat sakın ola esir alıp da yazdığıma pişman etmeyin. Onun tenhalığı her şeyden kıymetli çünkü. Teşekkürler Murat Dölek. Nasıl oldu da düştün aramıza bilmiyorum; fakat iyi ki düştün.

rrr