Orta Avrupa'dan yeni döndüm. Budapeşte'de düzenlenen bir müzik festivaline korist olarak katılmak için yola çıkmışken ulaşılabilir bazı yerleri de gezip görelim dedik. Tarihleri yüzlerce yıl öncesine dayalı yapılara ve göz bebeği gibi korunan parklara, bahçelere bakarken hayranlıkla karışık bir hüzün geldi, tuttu kalbimi.
Benim ülkem neden daha azını hak ediyor?
Benim yurdumun doğası ve tarihi neden üvey evlat?
Ben neden kendi ülkemde doğa ile buluşmak için kilometrelerce yol almak zorundayım? Estetik neden bunca uzak gözlerimizden?
Neden güvenle bisiklet süremiyorum yollarda?
Çocuğumun elinden tutmadan neden yürüyemiyorum kaldırımlarda?
Ayaklarımı yaralamadan neden toprağa basamıyorum koruluklarda?
Bu koca koca meydanlardan neden yok benim şehirlerimde?
Durup durup şarkılar söyledik o meydanlarda özgürce. Gelip izledi, gülümsedi, alkışladı insanlar bizi. Türkü... Türkü söyledik bağıra çağıra parklarda. Ağaçların gölgesinde prova yaptık; özgür ve mutlu. Hiçbir güvenlik görevlisi, asayiş sorumlusu yoktu etrafımızda. Kimse gelip de "Hadi dağılın buradan" demedi. Sanat, mimarisiyle, heykeliyle, ressamlarıyla, dansçılarıyla, pandomimcileriyle, müzisyenleri ile her yerdeydi. Her yerde olanı nereye göndereceksin?
Direnmek, öfkelenmek, kaygılar ve memleketsel üzüntüler eşliğinde uyuyup uyanmak zorunda olmadan, yumuşak içimli bir kahve ya da tuzu yerinde bir yemek gibi, dilini damağını burmadan yaşamak... Geniş yollar, telaşsız insanlar, kornayı unutmuş arabalar... Ülkemin tansiyonu hiç düşmeyen haber gündemini bir süreliğine arkamda bırakıp tarihin, yeşilin ve müziğin içinde geçirdiğim altı gün boyunca nefesim tazelendi. "Bak!" dedim kendime, "Böyle bir yaşamak da var."
Başına gelmiş her iyi ve kötüyü sanatıyla dışa vurmuş, mesajını yüzyıllara armağan etmiş bir kültürden, başına gelen her tatsızlıkta önce sanatı kurban eden, önce onun nefesini kesen bir kültüre dönmek... Doğayla, sanatla, bilimle kavgası bitmeyen bir anlayışa katlanarak insan kalmaya çalışmak... İşte bizim payımıza düşen hayat.
Hiçbir şeyin ve yerin mükemmel olmadığını, madalyonun parlayan tarafı kadar kirli bir arka yüzü olduğunu da bilmiyor değilim. Başına ne kadar badire gelirse gelsin bir şekilde tebessüm etmeye çalışan yurdum insanı eminim ki sırtında günün ve geleceğin kamburu ile yaşamadığı bir coğrafyada daha çok ışıldardı. Ülkesine gelen turiste yardım etmek için onunla beraber sorduğu adrese kadar gidebilecek olan misafirperver insanım, koşullar farklı olsaydı mutluluk sıralamalarında listenin üst sıralarını kimselere bırakmazdı. Market kuyruğunda önündeki turistin telaşlı hallerine tahammül edemeyip agresifleşen Macar gibi nicesinden sonra bunu daha iyi anladım.
Her güne yeni bir kavgayla, yine ne oldu acaba korkusuyla, zaten zor olan bir hayatı daha da zorlu hale getiren politik husumetlerle başlayarak insanı içine doğru sıkıştırıp eskiden ülkem bu acayip mirası çocuklarına bırakırken, o zavallı çocuklar benim üç beş günde hissettiğim ferahlığı uzun ömürlü yaşayabilmek için akın akın gidiyorlar. Huzur ve daha kaygısız bir gelecek için itibardan tasarruf ederek ve ailelerini arkalarında bırakarak. Kalanlar da gün bugündür deyip sabahı akşam, akşamı sabah ediyorlar. "Sen gidersen, ben gidersem, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?" diyerek sırtını dik tutmaya çalışan bazı tutkulu insanlar da yok değil elbet. Onlar hepimizin adsız kahramanı.
Medeniyetmasum değildir. Köklerinde zorbalık, sömürü ve zulüm vardır. İhtişamlı saraylar, manastırlar tek dişi kalmış canavarın daha güçlü görünmek için giyindiği göz alıcı kostümlerdir. Dünyada böylesine bir servetin adaletle geldiği görülmemiştir. Masumiyetten doğan tek bir uygarlık bulamazsınız. Kan, zulüm ve göz yaşı... İşte uygarlıkların özeti. Tüm bunlara rağmen kalan estetik bir mirastır ve mirasçının görevi onu olabildiğince korumaktır. Koruyarak geçmişe saygı göstermekle kalmaz, bugüne de fayda sağlarsınız. Ve mesele yine döner dolanır eğitime gelir. Korumak, kollamak, benimsemek, iyileştirmek ve ondan bir katma değer yaratmak nitelikli eğitimgerektirir. Yalnızca okulda değil, evde, sokakta, camide, her yerde. Ve eğitim, olanaktan ziyade birniyet olayıdır. Niteliği yüksek araçlara sahip olmanız nitelikli eğitimi garantilemez. Nitelikli olması gereken niyet ve vizyondur. 27 yıl öğrencilik, 17 yıl eğitimcilik hayatı olan biri olarak gelişime odaklanmış niyetten ve dünyayı okuyabilen bir vizyondan giderek uzaklaştığımızı söylemekte beis görmüyorum. Eldeki soyut somut tüm veriler bu ifadeyi doğruluyor. İspat her yerde iken değişmeyi talep etmek ya da etmemek isemeselenin kalbi oluyor.