İki farklı hayat görüyoruz. Hatta iki, üç, dört, kimine göre beş... Asıl hayatın haricinde paralel hayatlar bunlar. Gerçi"paralel" kelimesini kullanırken biraz temkinli olmakta fayda var bu aralar ama meselemiz başka.
Hepimiz için bu böyle. Bir dışarıya gösterdiğimiz yüzümüzün dahil olduğu hayat, ki bunu sosyal medya vasıtasıyla, girdiğimiz ortamlar vasıtasıyla paylaşıyoruz, bir de kendi gerçekliğimiz içerisinde,akşam yastığa başımızı koyduğumuz vakit, iç çelişkilerimizle, fantezi dünyamızla, kavgalarımızla, boğuşmalarımızla ve de vicdanımızla baş başa kaldığımız hayatı...
Bu aslında çok güzel bir yazı konusu, not ediyorum, başka bir yazıda daha derin bir şekliyle açıklamaya çalışacağım. Bugünkü mesele daha"elzem."
Bizim haricimizde bir de bize gösterilen, önümüze sunulan hayat algısı var ki, işte asıl konuşulması gereken de bu. Yine aynı örnekler ile gideceğim. Sosyal medya başta olmak üzere, televizyonlarla, sinemayla, gazetelerle bize dayatılan hal... Buna "iyilik hali" de diyebiliriz. Var olan gerçekliği, kötülük halini, pespayeliği başka mevzular ile gölgeleme...
Şöyle ki, hepimizin gündemi geçimken; ekonomik sıkıntılarla mücadele ederken, içeceğimiz bir çayı hesaplarken, dışarıda bambaşka bir hayat servis ediliyor önümüze. En basit örneği ile akşam haberlerinde geçimin değil"seçimin" konuşulması, saçma sapan bir gol pozisyonunun gündem olması, filancı mankenin tatili, falancı kişinin arabası, zenginin malının züğürtün çenesini yorması... Asıl gündem olması gerekenlerin bizden uzaklaştırılma çabası. Oysa ki sokak öyle değil. Oysa ki, ev öyle değil. Hangimiz filancı maknenin sevgilisinden ayrılmasını akşam yemeğinde konuşuyoruz? Ya da hangimiz falanca hocanıncenneteki hurilerle ilgili vaazını bütün gece kendimize malzeme ediyoruz? Ama öyle bir sunum var ki, sanki hepimizin gerçekliği buymuş gibi. Oysa,var olma kaygısını bile yaşamaya fırsat vermeyen bu hayatta hepimiz gün içinde ayakta kalma mücadelesi veriyoruz.
Peki buna sebep olan sadece birilerinin bizim önümüze sunması mı yoksa bu süreçlere müdahil olması gereken, hatta kimilerini bizim"seçtiğimiz", bizler adına"temsil yetkisi" verdiğimiz kişi ya da kurumlar mı? Onların hiç suçu yok mu? Bugün sendikalar, dernekler, siyasi partiler ve benzeri oluşumlar, bizlerin müdahil olamadığı konularda, bizim için bir şeyler yapması gereken kurumlar değil midir?
Ortalık "başkandan" geçilmiyor örneğin... Hatta işin içinebiraz istatistik katalım ki, yazının bir "ciddiyeti" olsun. Öyle ya, işin içine rakam girince, algı da değişiyor.
Örneğin, 2020 yılı itibariyle ülkemizde 121 bin 720 dernek, 5 bin 775 vakıf, 604 sendika, 3 bin 3 oda ve 53 bin 259 kooperatif bulunmakta. Toplamda 184 bin 361 sivil toplum kuruluşu var yani. Bu rakama son 3 yılın verileri ve siyasi partiler dahil değil.
Bunların hepsi bir"amaca" hizmet eden kurumlar ve öyle ki bir çoğunu da biz göreve getiriyoruz. Basitçe, ülkede 184 bin 361 "başkan" var. Elimizi sallasak "başkana" değiyor ancak gelinen noktada çoğu(işini yapanları tenzih ediyorum) bizim isteklerimize, dertlerimize çare olamıyor.
Ülkenin geldiği ekonomik düzey, sosyal ilişkilerin dibe çökmesi,aile hayatından dostluk ilişkilerine, ekonomik ilişkilerden sokağın haline kadar aşağı doğru hızla devam eden ivmelenme, doğasıgereği kendi aktörlerini çıkarması gerekirken, aksine bu ivmelenmeyi hızlandıranlar yine bu kurumlar oluyor.
Bakınız, normal koşullarda bu kriz anlarında"sokağın" bir sesi olması gerekirken,konfor alanlarını terk etmeyenler, sahip oldukları "başkanlıkları", mevkileri kaybetme korkusu yaşayanlar,doğanın diyalektiğini bile şaşırtan bir süreç yaşatıyor.
Bir yerde baskı varsa, tepki de vardır, bir yerde yoksullaşma varsa, ona karşı mücadele de vardır, örgütlenme, ses çıkarma vardır. Ancak son yıllara baktığımızda başta yerel aktörler olmak üzere, bırakın sokağa çıkmayı, sokaktan bağımsız, sokağı bilmeyen, sokaktaki insanların yaşamıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan kişileri bu kurumların başına getirip,çöl ortasında yağmur duasına çıkıyoruz.
Bugün, kira artışlarına karşı kiracının yanında duramıyor kimse; çünkü bahsi geçen, buna karşı mücadele etmesini beklediğimiz kişilerin"onlarca dairesi var" ya da özel eğitime karşı olması gereken,eşit-parasız eğitim hakkını savunmasını beklediğimiz kişilerin özel okulları var, uyuşturucuya karşı mücadele etmesini istediğimiz kişiler, bi bakmışsınız o ticaretin içinde...
Topyekun bir silkelenme, temizlik şart. Kendi koltukları için,arkalarında kadro yetiştirmekten bile çekinenlerin, sadece ideolojik saikler ve"küçük olsun ama benim olsun" mantığı ile hareket edenlerin uhdeleri bizleri bir yere vardıramaz.
Toplumun kendisine yol gösterecekahlaklı, dürüst, kendinden emin, bu toplumun ihtiyaçlarını bilen yol arkadaşlarına ihtiyacı var ve tabi ki, güvenebileceği isimlere.
Bir şeylerin cümle içerisinde büyük olması, koca koca laflar edilmesi, hayat rutininde duvara çarpmaktan öteye gitmiyor. Ve sonuç olarak da, inandırıcılık iddiasını yitiriyor. Bugün"sayımız az ama en doğrusu biziz" diyen sendikaların, derneklerin, partilerin bile doğruluğunu sorgulama noktasına geldiğimiz bir dönemdeyiz.Çünkü güven istikrar gerektirir. Bir yerde doğruyu savunup, başka bir cephedeçıkarlara göre bundan vazgeçmek, yarın arkanızda duracak kimseleri bulamayacağınız anlamına gelmektedir.
Velhasıl, çok güzel bir Türk atasözü vardır,"Bal bal demekle, ağız tatlı olmaz."
İnsanlar, hele ki, kitlelere "önderlik" iddiasında olanlar,yaşamları ile, söylemleri ile, duruşları ile örnek olmalı, hayatlarını da buna uygun şekilde yaşamalıdır. Dindar olup kul hakkı yiyen de gördü bu gözler, haktan emekten, sokaktan bahsedip, yanındaki işçinin sigortasını ödemeyen de. Dolayısıyla, mesele birideoloji zırhını üzerinize geçirip slogan atmak değil, dişiyle tırnağıyla, oturmasıyla, kalkmasıyla örnek, güvenilir, umut veren olabilmektir.
Yapabilenlere saygıyla...