R.Miraç Öztürk

Meyve bahçeleri, Rusya sandığımız ışıklar, gardiyanlar ve "Beton Mustafa"

R.Miraç Öztürk

Sürekli çocukluğumdan bahsederim çevremde... Anlatır da dururum... Hoşuma gider. Bahçesinde erik, dut, kiraz, vişne ağaçları olan bahçeli bir evde büyüdüm diye anlatıyorum hani... Şimdiki çocukların dalından kirazı koparamadığını söylüyorum hep... Biraz daha açayım istedim... Çevremizde yaşanan doğa yıkımları ile...

İlkokulu, Samsun'un "çatısında" okudum ben... 'Çatısı'ndan kastım; Samsun'un en yüksek noktasında... Şöyle baktığınızda limandan Costal'a kadar, uçsuz bucaksız denizi, karşıda Toptepe'yi, şehir merkezini rahatlıkla görebildiğimiz bir yerde... Kadifekale'de, Karadeniz İlköğretim Okulu'nda. Çoğu zaman da, deniz manzaralı sınıflarda... Dersi dinlememek için bahanemiz çoktu... Pek haylaz sayılmazdım ancak, dalıp giderdim Karadeniz'in maviliğinde... Bir sene deniz manzaralı sınıftaysak, ertesi sene çam ormanındaydık... Hatta belli bir yaşa kadar bir çoğumuz, Costal'ın ışıklarını (gülmeyin buna) "Rusya" sanarak büyüdük...

Karadeniz İlköğretim Okulu'nun arkası, bildiğiniz bir çam ormanı(ydı)... Sayısını hatırlamıyorum ancak, dışarıdan bakan birisi; buranın bir okul değil, "sanatoryum" olduğunu sanabilirdi...  Ben diyeyim 40 siz deyin 80... Birer metre arayla çam ağaçları, bazı yerlerinde de akasyalar... Hemen yanımızda bulunan 50. Yıl Lisesi'nin (şimdiki adıyla Piri Reis Anadolu Lisesi) bahçesini de katarsanız... Toplamda 500'e yakın çam ağacı vardı... Ayrıca, okulun hemen önünde bulunan 2 kavak ağacı ile, 3 akasyayı da saymadan geçemeyeceğim... Neden derseniz... Ben, Selahattin, Tolga... Üçümüz, el ele tutuşup, ancak sarabiliyorduk o devasa kavak ağaçlarını... Yazın rüzgarla çıkardığı o "ulu" ses, hala kulaklarımda...

Akasyalara gelince... Hiç yediniz mi bilmem ama... Bizim için büyük bir zevkti; "sümbülleri" yemek... Kokusu bir harikaydı... Mesela birçok okul baharda pikniğe giderdi... Bizim için okul "her gün piknik" demekti... Halı sahaya falan gerek yok, okulun arka bahçesi doğal çim, çam ağaçlarını çalımlaya çalımlaya oynardık... Hele ki; kaleci degaj yaparken (ki çoğunlukla kaleci ben olurdum), top çam ağaçlarına çarpıp da, tozlarını dökünce... Pirelenmiş gibi kaşınır kaşınır, kızarırdık... Az dayak yemedik bu yüzden hepimiz... Tabi, mezun olduk, lise, üniversite derken... Bundan 5-6 sene evvel, yolum o tarafa düşünce, yıkıldım... Önce, bahçedeki 2 kavak ağacı kesilmişti... Ardından, bahçedeki çamlık... Çamların olduğu yerde artık "yeni" bir okul vardı... Acaba, kesilirken ağladılar mı? Aslında, ağaçlar değildi yok olan...  Anılardı... Sadece anılar mı? Çocuk seslerini de alıp götürdüler o ağaçlarla birlikte...

Çocukların nefes alma haklarını, ağaçlara tırmanma, gölgesinde oturma, çimlerde yuvarlanma özgürlüklerini de aldılar... Ne uğruna... Koca koca binalar için... Ve buna son 20 yılda çokça şahit olduk... "Ağaçtır, kesilir, yerine de yenisi dikilir" diyenlerinizi duyar gibiyim... Ancak, atlanmaması gereken bir şey var... Bizleri binalar kurtarmayacak...

Büyük AVM'ler, adliye 'saray'ları, kültür merkezleri, modern hastaneler değil; bizim ihtiyacımız olan... Farkında mısınız bilmiyorum... Çocuklarımızın hayatında yeşilin bir tonu yok artık... Meyveyi, manavda imal edilen bir ürün sanan bir nesil geliyor ardımızdan... Dalından kirazı koparmamış... Ayakları çime, toprağa değmemiş bir nesil... Çok mu zor, her okula bir bahçe yapmak... Meyve ağaçlarıyla, çiçeklerle çevirmek... Değil aslında?

Ülkenin tarihin değiştiren olaylar yaşadık "bir ağaç" uğruna, yaşarız da... Çünkü olay sadece "ağaç meselesi" değil? Çocukların, "bahçesiz" kalması meselesi aynı zamanda, "geleceksiz", "güvencesiz"?

Bir yandan şehrin "anılarını" yok ederken öte yandan da çocukluğumuzu, masumiyetimizi, yeşili, maviyi, anılarımızı, yaşantımızı teslim ediyoruz "betona." Bir zamanların dillere pelesenk olan, mevcut sistemi eleştirmek için kullanılan "Beton Mustafa" tabirini dillerine dolayanlar, bugün işi mecazi anlamdan çıkarıp, bizleri gerçekten "betona" mahkum ediyorlar...

İzleyenler hatırlayacaktır, Yılmaz Erdoğan'ın "Bana Bir Şeyhler Oluyor" oyununda, mahkum ile gardiyan arasında çok güzel bir diyalog vardır. Aslında bizlerin de hal-i pür melal'imizi anlatan bir durum komedisidir. Bizlerden o güzelim bahçeleri, ağaçları, anıları alıp; yerine granit banyolar, plastik pencereler, cam balkonlar, ebeveyn banyoları verenlerin karşısında, aciz durumumuzu anlatır... 

Gardiyan: "Geç şöyle geç bakalım, ne çok konuştun yahu"

Yeni Gelen Mahkum: "Bir soru daha soracağım, Sen kaç yıldır buradasın?"

Gardiyan (gerinerek): "Bu sene tam 16 yıl oluyor"

Yeni Gelen Mahkum: "Yapma be... 16 yıl yiyecek ne suç işledin ki sen?"

Gardiyan: "Sen salak mısın be? Ben gardiyanım kardeşim. Allah Allah adamın söylediği lafa bak ya! Benle mahkumu bir tutuyor. Kardeşim ben maaş alan bir adamım be..."

Yeni Gelen Mahkum: "Yaaa"

Gardiyan: "Ya, salak mıdır nedir? Gelmiş bir de, hadi get lan"

Yeni Gelen Mahkum: "Vay be? Ey Ulu Tanrım. İyi kötü bir maaş bağla, hapiste bile kendini özgür hissedebiliyor insan"

Sağlıcakla...

mirac_ozturk@hotmail.com

Twitter: RMiracozturk1

İns: miracozturk1