Uzunca bir ara...
Ama öyle eski tabiri ile "defterden-kalemden" değil, düşündüklerini daha geniş kitleler ile paylaşmaktan uzak kalma arası diyelim buna. Ta ki, sevgili gazeteci dostum Mustafa Bilik ile karşılaşana kadar.
Tanıyanlar, bilenler, hatırlayanlar muhakkak olacaktır. Samsun'da uzun süre basın emekçisi olarak çalıştım, haberler, diziler, röportajlar yaptım. Ödüller aldım, davalık oldum, güzel anılar ile birlikte güzel dostlar edindim. Ardından başlayan başka bir süreç ile bu alandan uzak kaldım. Ancak ne yazıdan, yazmaktan, okumaktan ne de düşündüklerini ifade etmekten vazgeçmedim.
Şimdi, yeni bir mecrada, düşündüklerimi, hissettiklerimi, gördüklerimi, göstermek istediklerimi sizlerle paylaşmaya samsunsonhaber'deki dostlar aracılığı ile devam edeceğim.
Bu bir "merhaba" yazısı değil, bir "hoşbulduk" yazısı da değil. Sadece, tanıyan, tanımayan, özleyen, merak eden, hal hatır soran dostlar için "küçük" bir girizgah.
Haftanın belirli günlerinde yazıları takip etmeniz dileğiyle.
***
Quo vadis?
Nereye gidiyorsun?
İncil'de, Yuhanna 16:5'te geçen bir bölüm...
"Nereye gidiyorsun?"
Günlük hayatın koşuşturmacası içerisinde, gittiğimiz yönü kestirmek ile ilgili bir kaygımız olmadığı için, daha doğrusu bu kaygıyı taşısak da, kendimize bunu sorma fırsatımız olamadığı için, kutsal kitapta öylesine kalmış bir ifade "Quo Vadis."
İnsanlığın var oluşundan bugüne kadar, hayatımızın her alanında sorduğumuz bir soru aslında bu. Bizleri gelişime yönlendiren, bugünkü bilimi, teknolojiyi, insanlığın ortak değerlerini var eden temel soru.
Ancak öylesi bir döneme girdik ki... Zihinsel olarak algımız o derece "bireysel" dertlerin içinde kayboldu ki, nereye gittiğimizin bir önemi de kalmadı.
Günlük hayatı kurtarmanın, sabah uyanıp işe yetişmenin, işten eve sağ salim gelmenin, geldikten sonra da ertesi güne sapa sağlam çıkmanın umudu dışında, kendimize soracağımız soruları hep es geçer olduk.
İnsanın kendisine soru sormaktan bile uzak kaldığı vahşi bir dönemin içindeyiz. Şimdi buradan başlayıp, bir "kapitalizm" eleştirisi, "ekonomi-politik" girizgahları, "küresel dünyanın aldatmacası" falan diye yürüyebiliriz de ancak içimizdeki hislerin tezahürünü açıklayacak "hissi" kelimeleri bulmak zor olacaktır.
"Nereye gittiğimiz" ile ilgili başlayan soru aslında bugün bizlere "nerede durduğumuzun" da cevabını vermemiz gerektiğini söylüyor. Ahlaki olarak, politik olarak, yaşamsal olarak, sabah güneşin doğması ile başlayıp gecenin karanlığı ile son bulan, Samanyolu'ndaki mikro bir zaman aralığında, bunca koşturmaca içerisinde nerede durduğumuzun cevabını da vermemiz gerekiyor aslında. Temel kalıplardan, önyargılardan, öğretilmiş cümlelerden, kılıç gibi keskin yanlarımızdan uzak bir soru: "Nerede duruyoruz?"
Dünyanın biz üzülsek de, ağlasak da, gülsek de, ölsek de, yaşasak da, dönmeyi sürdürdüğü gerçeğini kabul edip, buna rağmen durabildiğimiz en erdemli noktada mı duruyoruz?
Durduğumuz yer, kendi düşünce kalıplarımız içerisinde bize bir varoluş hikayesi mi sunuyor yoksa ortalama bir yaşam döngüsünde günü kurtarmayı mı vaadediyor?
Savaşa karşı durmak, barış istemek, insanların yoksulluktan uzak, temel ihtiyaçlarını sorunsuz bir şekilde karşıladığı, iyi eğitim aldığı, iyi sağlık hizmeti aldığı, barınma, yiyecek, içecek gibi temel ihtiyaçlarının karşılandığı, kültürel anlamda kaynaşmanın sağlandığı, ırkçılığın, fanatizmin olmadığı, temiz bir çevrede, güvenli, uyumlu, saygılı bir yaşam hakkı için "nereye gidiyoruz" sorusuna ek olarak, tüm bunlar için, "nerede duruyoruz" demenin de vakti geldiğini düşünüyorum.
Nasıl ki İncil'de geçen bu soru, bin yıldır insanoğlunun gelişimine katkı sunduysa, bu soruyu referans alıp, nereye gitmesi gerektiğini kendisine sorduysa, "nerede duruyoruz" sorusunun da kendimize her sabah uyanma başarısını gösterdikten sonra sormamız lazım. Bunun için kutsal kitapta geçmesine gerek yok.
Zaten bizleri huzurun kıyısından uzaklaştıran, birer makineye dönüştüren, hayatta kalmayı yalnızca fiziki bir inanca dönüştüren de bu değil mi? Sormak istediklerimizi, cevap bulmak istediklerimizi bizleri kalıba sokmaya çalışan düşünce sistemlerinden, sınırlarımızı çizen aygıtlardan uzak kalamamak, onlara bağımlı bireyler haline gelmek değil mi temel mesele?
Ruhun da bedenin de özgürlüğü, soruları özgürce sormaktır. Kimsenin suçu yok bu anlamda ama; herkesin de bir payı var...
Kalın sağlıcakla...
mirac_ozturk@hotmail.com