
Kalabalık ve karmaşık zihinlerin dünyasında yaşıyoruz artık. Kaos egemen hayatımızda. Sakinleşmek için kendimizi kayan ekranlara, bağımlılıklara hapsediyoruz. Bunda bilinçli bir tercih yok tabiki. Sistemin bizi attığı yere sorgusuz sualsiz gidiyoruz biz de. Elimiz mahkum çünkü. Hayallerimizi gerçekleştirme fırsatı bulamıyoruz. Sevmediğimiz işlerde çalışıyor, sevmediğimiz hayatlar yaşıyoruz. Öyle ki, günlük motviasyonumuz sadece o günü geçirmek üzerine kurulu. Tok kalmayı sağlıklı beslenme sayıyoruz ya da o gün ölmemeyi yaşamak kabul ediyoruz. Halikarnas Balıkçısı'nın çok güzel bir cümlesi vardır, "Yaşamak değil bu, uzun ölüm" diye. Bizler de ölümün bu uzun halini yaşıyoruz. Bir hayal dünyasında gibiyiz. Ölmemek tüm derdimiz. Ölmeyecek kadar beslenmek, ölmeyecek kadar düşünmek, ölmeyecek kadar soluklanmak gibi. Peki bu düzene bizi alıştıran nedir? Neden yaşamımızdaki bu eksikliği, amaç yoksunluğunu göremiyoruz? Neden mesela bi araba sahibi olmak, bir ev sahibi olmak bizi mutlu ediyor da, çizdiğimiz güzel bir resim, yazdığımız uyaklı bir şiir, tıngırdattığımız bir melodi bize yetmiyor? Hayatın maddileşmesini nasıl bu kadar çabuk kabullendik biz? Hayatın ahenginin aslında bir şiir dizesiyle de tutturulabileceğine olan inancımıız ne zaman yitirdik? Hayatı bir şiir gibi yaşamayı neden seçemedik?
Gerçi kimseye kızacak halimiz ve lüksümüz de yok. Tüm gün çalışan, sigara molası bile hesap edilen, sabahları kahvaltısını sigara çayla açan, öğlenleri ölmeyecek kadar yiyen, akşamları ise ev yerine bir hapishaneye sürüklenen hayatların müsebbibi olan şu koca sistemde kime ve neye kızacağız ki? Kendini sisteme teslim etmekten başka çaresi olmayan, umut etmek isteyen ancak umut ettiklerinin de sistemin bir parçası olduğunu anlayan insanlara neyin hesabını sorabiliriz ki? Bir depresyon hastasın, "kalk koşalım, dışarıda hava ne güzel" demek gibi bir şey değil mi bu? Sorunun bir kökeni olmalı öyle değil mi? Ve sorunun kökenine inmeyeceksek, konuşacağımız hiçbir cümleye anlam katamayız. Çok konuşur, çok söyleriz sadece ve bir şeyleri çokça söylemek, o gerçeği değiştirmez. Her gün, "ölüm var" demek, ölümü yok eder mi? Peki ölüme karşı ne var elimizde? Doğru dürüst, hak ettiğimiz gibi, insanca yaşamaktan başkaca bir seçenek var mı? Neden yaşayamıyoruz öyleyse? Bizi bir çitle çevreleyen, sınırlarımızı çizen, neyin iyi neyin kötü olduğunu, kimin doğru kimin yanlış olduğunu, hangi savaşın haklı hangisinin haksız olduğunu bize söyleyen bir sistem içinde insan için umut olabilecek olan ne vardır? Şiir hayat kurtarır. Ama hangi şiirleri okuyacağımıza kim karar veriyor?
Bize düşen, en dehşetengiz anlarda bile umut etmek ve bizi çevreleyen bu duvarları yıkmaktır. Nasıl bir yıkım öyleyse? Gücümüz yeter mi buna? Şairin dediği gibi aslında her şey, "Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa?" O zaman bizler, sorulara çalışacağız cevapları bulmak için. Bunu sadece bireysel değil gyet örgütlü ve bilinçli yapacağız. Bize verilen ile yetinmeyeceğiz, daha çok isteyeceğiz, reddedeeceğiz, kabullenmeyeceğiz, bir soruyla başlayıp bin soruyla devam edeceğiz sorgulamaya. İnsan gibi, inssanca yaşayacağız. Yaşamın bir gayesi olacak avuçlarımızda. Zaman akıp gidiyorken, günün sonunda gururla diyeceğiz ki, "Yaşadım ve damarlarımda hissediyorum varlığımı" diyeceğiz. Bize sınırlar çizen, yaşamayı kare ekranlar, ayağımızı yerden kesmekten başka bir şeye yaramayan arabalar, bizleri soğuktan korumak dışyında başka bir amacı olmaması gereken evler sayan zihniyete karşı savunacağız her bir dizeyi, şarkıyı, cümleyi. İnsan olarak yaşamanın karşı konulmaz cazibiyetine aç olacağız. Maddeye değil ruha güveneceğiz, inanacağız. Bizi değiştirmek için canla başla mücadele eden bu sisteme vicdanla, sevgiyle, cesaretle ve tekrar ettiğim gibi şiir dizeleriyle karşı duracağız. Ez cümle, dünyanın başlangıcı bir dize, yaşam bir sanat ve biz o yaşamı en güzel haliyle miras bırakacağız. Umutla beslenen herkese selamla.