Üniversitede okurken birçok talebe gibi ben de “öğrenci kredisi” almıştım. Büyük para değildi ama iyi kötü bir deliğe yama olmaya yetiyordu.
Okulu bitirip elimiz ekmek tutar tutmaz, bankaya gidip o borcu birkaç taksit halinde kapattığımı hatırlarım. Zira borç mutlaka ödenmeliydi. Hele devlete borçluysak hiç bekletilmemeliydi. Biz öyle görmüştük.
Aradan birkaç sene geçti, bir seçim arifesiydi. Haber bülteninde öğrencilerin geçmişe yönelik kredi borçlarını affedildiğini duydum. Üstelik borcunu öde(ye)meyenler için af getirme alicenaplığını gösteren hükümet adamları, borçlarına sadık olanlara ödedikleri parayı iade etmeyi düşünmemişti bile…
Hem ahali, hem devlet aynı sloganın etrafında birleşmişti: “Para isteme benden, buz gibi soğurum senden!”
Bencileyin borcuna sadık olanların sayısı o kadar azdı ki, alnımıza yapıştırılan “enayi” damgasını mecburen kabullenmek zorunda kaldık.
*
Neden sonra, başka bönlüklerim de oldu. Mesela emlak vergilerini zamanında ödediğim için aftan ya da vergi indiriminden faydalanan şanslılara (!) gıptayla baktığımı pekâlâ hatırlıyorum.
Bedelli askerliği beklemediğim için epeyce “yaylalar yaylalar” türküsünü söylemişliğim var, benim…
Hiç aklımıza gelip de devlet arazilerinin üstüne bir kulübe kondurmadık. Haliyle “orman vasfını kaybetmiş arazilerden” tapu edinme imkânımız olmadı.
Salaklık bu ya, kaçak inşaat işine de aklımız ermedi. Haliyle imar affını da ıskalayıverdik.
*
Anacığım 75 yaşına merdiven dayadı. Kabahatin büyüğü onda aslında. Hala ondan aynı tembihi duyarım: “Dürüst ol, Allah doğrunun yanındadır.”
Biliyorum ki niyeti iyidir, ama anamın verdiği aklın geçer akçe olmadığını öğrendiğimde iş işten çoktan geçmişti.
*
Yetmezmiş gibi, rahmetli babamdan da basbayağı yanlış terbiyeler (!) edindiğimi yıllar sonra anladım. Sürekli kendisinden “cesur ol, yanlışa yanlış de, güçlünün değil haklının yanında ol!” tembihlerini işitirdim. Meğer ne tehlikeli laflarmış bunlar!
*
Mesleki kariyerimin zirvesindeyken önüme konan bir evrakı “vicdana ve kanuna aykırı” diye imzalamadığım için görevimden ayrıldım.
Gazetelerde köşe yazılarım çıktı. Kalemimi hiç satmadım. Doğru bildiklerimi yazdığım için “sivri dilli” diye şöhretim aldı yürüdü.
Kitaplarımdan birisini dizi film yapmak istediler. TV kanalı bana teklifi yapan yapımcı firmayı değiştirmem şartıyla projeyi kabul edeceğini söyledi. “Ben birlikte yola çıktıklarımı satamam” dediğim için iş yattı.
İlk başvurumda beni üçüncü sıradan milletvekili adayı yapan lider ile siyaset yapmayı, anayasa değişikliği konusunda farklı düşündüğüm için bıraktım.
Netice… Dürüstlük, cesaret filan derken… “Liyakat yönünden iyi ama fazla diklik yapıyor” damgasıyla dolaşıp duruyoruz işte…
*
Peyami Sefa’nın“ doğru ve dürüst olanlar kaybetmez, kaybedilir” lafını ezber edenler, çağdaş Polyannalar’dır, güzel kardeşim. Besbelli benim gibi o da bu lafı temiz kalpli ana – babasından duyup yanılmış.
*
Son günlerde sosyal medyada Cahit Külebi’ye atfedilen bir laf dolaşıyor: “Sen bir K harfisin, ben bir Tohatlıyım!” demiş güya.
“İmkânsız aşkı anlatmak için” söylenmiş diyorlar.
*
Ben deniz, Cahit Külebi üstadıma pek benzemem.
Şair değilim bir defa!
Tokatlı da değilim, bu nedenle K harfini söylemekte zahmetim yok.
Sevdiğim ile evlenmemi buna borçluyum belki de, zira eşimin adında K var – Melek!
*
Lakin bizim de kusurumuz Balkanlı olmak!
Derdimiz “K” ile değil ama “H” ile…
Asan, Üseyin, Alime, Atçe, Ülya filan deriz, biz.
Mübarek arf, solda sıfır gibi, kıymeti yok! Yazsan da olur, yazmasan da…
*
Uzun lafın kısası… Dürüstlük ve cesaret, tıpkı suyun öte yanındaki “H” harfi gibi olmuş.
Yazarken var ama okurken ayağı kayıveriyor.
*
Onun için benim gibilerin vaziyeti, Tokat’ın K’sından çok İroşima’nın H’sine benziyor!