Derya Cesur

Renklerle Savaşanlar

Derya Cesur

Burası, insan beyninin potansiyeline yazık ettiğimiz bir ülke.

Bundan sekiz yıl önceydi. Bir 24 Kasım günü AKM sahnesinde çocuklarımla öğretmenliğin güzel hikayesini anlatıyorduk. Sahnedeki on dört öğrencinin üzerlerinde her birinin bireysel farklarını vurgulayan renkli şifonlar vardı. Kırmızı, yeşil, mor, pembe, mavi ve tonları. Bir de öğretmen vardı; tüm o renklerin birleşiminden bir gökkuşağı ile sahnenin merkezinde duruyordu. Onun da üzerinde her bir çocuğun rengini kendinde barındıran, şeritler halinde bir araya getirilmiş bir renk tayfı vardı. Gösteri çok başarılı geçti. Mutluyduk. Bizleri izleyen protokol üyeleri ve diğer izleyiciler de öyle. Çokça tebrik aldık. Yıllar sonra aynı görev çalıştığım okula yeniden verildi. Okulun akademik işleyişini yavaşlatmamak ve zamandan tasarruf etmek adına metinde ve canlandırmalarda iyileştirmeler yaparak yıllar önceki gösteriyi revize etmeye karar verdik. Bu arada hani şu renk tayfı vardı ya, ne olur ne olmaz diye onu da parçalara ayırdık. Bambaşka öğrencilerle yeniden ve özenle hazırlandık. Çalışacak uygun bir sahnemiz dahi yoktu. Dar alanlara sıkışarak, fakat yapabileceğimiz en iyi hazırlığı yaparak genel prova gününe kadar ulaştık. Her şey yolundaydı. Çocuklar hazır ve heyecanlıydı. Sonra, programın yürütülmesinden sorumlu insanlar ne var ne yok diye görmek için provayı izlemek istediler. Bunda bir sıkıntı yok. İşin içinde protokol olduğunda hep yapılan bir uygulama. Sonrasında salondan ayrıldılar ve ben aktarmalı bir şekilde öğrencilerimin bileklerinde asılı olan renkli türlerin fazla renkli olduğunu öğrendim. On farklı renkten oluşan bu tablo biraz sakıncalı görülmüş. Daha az renk kullansak daha iyi olurmuş.

Gözlerimi kıstığım, kulaklarımın ısındığını hissettiğim, ses kontrolünü ve sakinliğimi kaybettiğim o anları hızlıca atlıyor ve son sözüme geliyorum.

"Bu konuda hiçbir şey yapmayacağım."

Neyse ki ben bir öfke seli içinde debelenirken sakinliğini koruyarak konuya çözüm üretmeye çalışan bir yöneticim var. Ben ortalıktan kaybolunca birkaç telefon araması sonrası ufak bir değişikliğe gidildi.

Ertesi gün program oldukça başarılı geçti. "Aman bir laf gelir!" endişesiyle renklerden çekinenlerin işgüzarlığı, kırmızı yerine siyah tül takan çocuğun hayreti ve benim "Bu tam bir saçmalık!" diye çınlayan sesim boşlukta asılı kaldı.

LGBT sempatizanı değilim.

LGBT düşmanı da değilim.

Şimdiye kadar bu oluşum ile ilgili hiçbir eylemin savunucusu olmadım.

Ben yalnızca renkleri biliyorum. Binlerce yıldır varlar. Gökkuşağı milyonlarca yıldır güneşli günlerdeki tatlı yağmurlar sonrası belirip kayboluyor. İnsanlıktan çok çok eski yani. Ne yapalım şimdi? Bir dernek bu görseli aldı ve logosu yaptı diye gökyüzünü mü karartalım. Din adına kafa kesen, cübbe altından çocuk taciz edenler var; topluca dinden mi çıkalım? Şarap içmiyorsak üzüm yemekten vaz mı geçelim? Vatana ihanet içinde olan cemaatçi örgüt, dünyanın her yerinde Türk bayrağı astı; bayrağı mı küselim?

Elmayla armudu ayırt edemeyeni manav yapan sistem böyle ucube anekdotlar üretmeye, özü kaybedip şekle sıkışmaya, asap bozmaya, ışığın önünü kapatmaya devam ediyor. Sistem dediğimiz insandan ve onun karakterinden, yetkinliklerinden meydana gelir. İnsan ne ise, sistem odur. O gösterideki renkler hiçbiraklıselim yöneticiyi rahatsız etmezdi. Gazetecilik maskesi altında âdi eleştiri yapacak olan bir zavallı çıkarsa da, varsın çıksın. Böyleleri umursanıp dikkate alındıkça semirirler. Cüce akıllarıyla böylesine tuhaf bağlantıları kuracak ve bunları dile getirmeye cüret bulacak insanları kaale alanlar da en az onlar kadar zavallı durumuna düşerler.

Yıldız görünce yahudilikle,

ağaç, toprak denilince anarşistlikle,

farklılık ya da renklilik denilince Lgbt  destekçiliğiyle,

inanç denilince yobazlıkla,

millet denilince siyasal tarafgirlikle,

Türk denilince ırkçılıkla ilişkilendirmeye çalışmak inceliksiz, ayrıştırıcı, durağan ve korku ile yönetilen bir aklın becerisidir. Bir yaratıyı tüm öğeleriyle birlikte görebilmek, üzerinde yükseldiği maksadı saf bir görü ile yorumlayabilmek her "yetişkinim" diyenin harcı değil belli ki. Bu aciziyet, bir salgın gibi toplumsal aklımızı ele geçirmiş durumda.Ve kimsenin buna şifa bulmaya çalıştığı yok.

İşin en acı tarafı ise tüm bunlarınbu ülkede yetişen bu ülkede kalsın dediğimiz pırıl pırıl çocukların önünde cereyan etmesi. "O çocuklar her gün neler görüyorlar!" dediğinizi duyar gibiyim. Evet öyle. Fakat bu beni rahatlatmaya yetmiyor. Çocuklarımızı en iyi versiyonlarına ulaşmaları için eğitiyoruz. Bu yüzden isteyerek ya da istemeyerek onların zihinlerine ne tür tohumlar ektiğimize dikkat etmeliyiz. Yoksa öyle değil mi?

Son söz

Sahnede tiradına şöyle başlıyordu öğretmen;

Yarını yaratmayailhamolarak başlamalıydım. Bu uğurda kendini tüketen mum olmayı göze almalıydım. Dışarıda onları, diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle ve durmaksızın çalışan bir dünya varken benim tek silahım sözcüklerimdi. Aslında bu, dünyanın en zor savaşını vermek demekti.

Nokta.