Derya Cesur

MUTSUZLUĞA ÖVGÜ

Derya Cesur

Şair* diyor ki
"Çırpınıştır hayatı kanatlandıran"
Bu yüzden
daimi bir mutluluk dilemiyorum Tanrı'dan.
Derdi oldukça ilerler insan.
O dert ki çareler aratır.
O arayış ki yollara düşürür.
O yollar ki yeni dünyalara götürür.
Derdinden yalnızca kahrolmaz,
öğrenir de insan
Belli ki tek lazım gelen
uğruna yaşanır bir anlam.

Mutsuzluk davetsiz ve istenmedik misafir. An geliyor, inceliyor duvarlarım, tek bir dokunuşla dağılıyorum. Kara bir deliğe doğru hızlıca çekiliyorum; dipsiz, yönsüz, koygun? Aradığım, bulduğum, bir gün elbet bulurum diye avunduğum tüm anlamlar bir zamanlar hevesle oynanıp artık yüzüne bakılmayan oyuncaklara dönüşüyor. Bu kayboluş anlarında dizlerimi göğsüme çekip annemin karnına yeniden dönerken unutmak üzere olduğum çok önemli bir şeyi kayıp hazineler odasından zar zor çıkartıyorum.

Biraz sonra, yarın, ileride bir gün mutsuz olma ihtimalimiz hayat boyu yakamızı sıkıyor. Bu yüzden o, bir an önce yok edilmesi gereken bir virüs, vücuttan kesilip atılması lâzım gelen habis bir tümör. Mutsuzluk, düzeltilmesi elzem bir anomali. Peki ortadan kaldırılabilir mi?

Depremi ortadan kaldırabilir miyiz?
Peki  bir fırtına düzeltilebilir mi?
Yıkıma neden olan zafiyetin yeterince farkında mıyız?

Deprem olduğu için insanlar öldü gibi kolaycı sonuçlar kimseye şifa getirmiyor. Bu yüzden, gelmesi malum olan geldiğinde sağlam bir evin içinde olduğunu bilmesi lazım insanın, bilmem lazım. Bu nasıl bilinir? Bilmiyorum. Bir şekilde aynı suyun herkesi başka şekilde etkilediğini görebiliyorum. Kimi ona kendini bırakmış usul usul yüzerken kiminin alabora olduğunu, kimi yaşını kurutup yoluna devam ederken kiminin boğulduğunu?

Duvarlarımızın nasıl bir temelin üstünde yükseldiğini, harcımızın ne tür bir karışımla yapıldığını sarsıntı yaşamadan anlamak zor. Anlayabilmenin şartı ise iyileşebilmek. Duygusal anılarımızın kötü hallerden ibaret olmadığını, yaraların hep kanamadığını, kahkahadan karnımıza ağrılar girdiğini, sevinçten içimize sığamadığımızı, huzur içinde yattığımız uykuları hatırlayabilmek gerek. Kolay mı? Asla. Mutsuzluğun iktidarı hiç de demokratik değil. Kendinden başka bir alan bırakmıyor. Bulduğu her boşluğa geniş geniş yayılıyor.

Bir kadının şunu söylediğini duydum:

"Mutlu olabilmek için önce mutsuz olmalısın." Duyar duymaz gülümsedim. Hayatın diyalektiği hadisesi.

Işık görünür olmak için karanlığa ihtiyaç duyar.
Ses, varlığını sessizlikle tamamlar.
Sağlık, güzelliğini hastalıkla hatırlatır
ve yaşam aslında 'ölüm'le parlar.
Her şey zıddıyla varlık buluyor şu evrende.
Madde boşlukla,
gerçek yalanla,
gülmek ağlamakla?

O halde mutsuzlukla barışabilir miyim? Nasıl bir barışmak? Bir kenarda yorganı başıma çekip nihilizme kur yapmak yerine ondan faydalanabilmek türünden bir barışmak. İşte bu! Mutsuzluğumu iyi emellerime alet etmek.

Hayır! Pollyannacılık oynayacak son kişiyim. Başıma gelen her dertli şeyi safça bir iyilik haliyle süslemek pek de bana göre değil.  Ya ne?

Kabul edebilirim. "Bu benim" derim. Benim heyecanım, benim telaşım, benim sevincim, benim uykusuzluğum, benim huzurum gibi bu da benim mutsuzluğum. Çıktı geldi. Bana öğretecek şeyleri var. Beni dürtüp sağa sola çevirecek, ağlatıp göğsümü hafifletecek, bana siyah beyaz şiirler yazdıracak. Günlük güneşlik havalarda yağmurlar, karlar yağdıracak defterime. Kat kat yalnızlıklar giydirecek üzerime.

Bu benim mutsuzluğum. Sahip çıkacağım ona. Bakışıma koyacağım onu, dilime dolayacağım. Koluna girip nereye çekerse oraya gideceğim. "Hayrola?" diyene "Bugün efkarlıyım, açmasın güller." diyeceğim.  Sonra bir kuş uçacak gökte, bir bebek gülecek yüzüme, bir dost arayacak "özledim" demek için,  biri o siyah beyaz şiirin altına rengarenk bir cümle yazacak, yanına çiçekli emojiler koyacak. Böyle böyle dağılacak sis, deniz yine mavi, ağaç yine yeşil, güller yine özgür olacak. Mevsim kendi demine dönecek yeniden.

Sağlam bir evde isem, yorgan altlarında annemin karnına döndüğüm o zifiri zamanlarda biraz sonra, yarın ya da ileride bir gün başka türlü hissedeceğimi hatırlayacağım. "Hep olduğu gibi bu da geçecek." diyebileceğim kendime. Bunca karanlığa düşünce, en cılız ışıkta bile kamaşacak gözlerim. Parlakken daha parlak, güzelken daha güzel olacak baktığım şey. Mutsuz olabildiğim için çok mutlu olacağım.

Bütün mutsuzlukları yaşamadım. Payıma düşenler asla fazla değildi; ancak ilerisini kim bilebilir? Gemi fırtınadan su alabilir, dümeni bende olsa da tayfalarda sorun çıkabilir ya da görünmeyen bir buz dağına çarpabilir. Kötü ihtimaller de iyileri kadar olasıdır. İşte bu noktada başlar iradem. Zaten öleceğimi düşünüp kendimi sulara atabilirim, yardım çağırabilir ve bu süre içinde batışı yavaşlatabilirim. Kurtarabildiğim her şey ile bir filikaya atlayıp yeni bir başlangıç yapabilirim. "Neden ben?" yerine "Neden ben olmayayım ki?" diye sorabilirim.

Bu yazıyı yazmaya iyimser bir gecede başladım ve çoğu zaman olduğu gibi aynı gece tamamlayamadım. Üstünden günler geçti. Ne günler ne de saatler benzedi birbirine. Karamsar, huzursuz ya da bol güneşli zamanlarım oldu. Şimdi sonuna gelirken kendime nasıl hissettiğimi soruyorum ve pek de neşeli bir cevap gelmiyor. Derdim yok ama keyfim de. Bu yüzden İranlı büyük şair Şirazi'nin böylesi anlara ilaç gibi yazdığı o satırları hatırlıyor, an gelir lazım olur diye sana da gönderiyorum.

 

Döner yine Kenân'a kaybolan Yûsuf, üzülme.

Üzüntüler kulübesi gül bahçesi olur bir gün, üzülme.

İyileşir durumun ey gam çeken gönül kaygılanma,

Geçer bu çılgınlığın, sakinleşir başın, üzülme.

Dönmese de felek bizim arzumuzca iki gün,

Bir kararda kalmaz devran her zaman, üzülme.

 

Derya CESUR

 

 

*  Muhammet İkbal