Yazıları ilgiyle okunup takip edilen köşe yazarımız Emin Erman 'Aynı Sofrada Buluşmak: Mübadiller ve Yerli Türkler Arasında Zamanla Eriyen Mesafeler' başlıklı yeni yazısını Samsun Son Haber okuyucuları için kaleme aldı.
AYNI SOFRADA BULUŞMAK: MÜBADİLLER VE YERLİ TÜRKLER ARASINDA ZAMANLA ERİYEN MESAFELER
Mübadeleyle Anadolu'ya gelen binlerce insan, sadece evlerini değil, kimliklerini ve geçmişlerini de geride bırakmışlardı. Yerli halkla aralarındaki görünmez duvarlar yıllarca sürdü. Bu yazı, o duvarların nasıl çatladığını, nasıl evliliklerle yıkıldığını ve iki farklı geçmişin nasıl ortak bir geleceğe dönüştüğünü anlatıyor. Birlikte yaşamanın, birlikte sevmenin ve birlikte büyümenin naif ve içten hikâyesi? geriye yaslanın, kahvenizi zevk alarak huzur ile yudumlayın ve içererek, kanarak okuyun!
1924 yılında başlayan nüfus mübadelesiyle birlikte, Balkanlar'dan sökülüp koparılan on binlerce insan, doğup büyüdükleri, geçmişlerini ilmek ilmek dokudukları topraklardan ayrılmak zorunda bırakıldılar. Vatan belledikleri, her taşına bir anı bıraktıkları, her sokağında bir dostluk yeşerttikleri o kadim şehirleri, köyleri arkalarında bırakıp, daha önce adını dahi duymadıkları, haritada yerini bile bilmedikleri bir başka "Vatan'a sürüldüler.
Yalnızca evlerini, ocaklarını, mezarlarını değil; komşularını, dostlarını, sevdiklerini, çocukluk anılarını, bahçelerinde kokusunu hala hissettikleri hanımellerini, fesliyanlarını, gecelerini ısıtan soba başı sohbetlerini, bayram sabahlarını, uğruna gözyaşı döktükleri aşklarını ve dedelerinden miras kalan hatıraları geride bırakmak zorunda kaldılar. Her biri, yüreğinde derin bir sızı, belleğinde silinmeyecek izlerle, gözlerinde ise belirsiz bir geleceğin tedirginliğiyle, yanlarına yalnızca birkaç bohça alarak bilinmez bir hayata doğru yola çıktı.
Ne karşılarında onları bekleyen tanıdık bir yüz vardı, ne de adımlarını atacakları topraklarda geçmişlerinden bir iz... Her şey onlara yabancı, her şey ürkütücüydü. Fakat yine de yürüdüler; çünkü arkalarında bıraktıkları hayat, artık kapanmış bir defterdi. Kimi ana kuzusu çocuklarını yitirdi, kimi gençliğini, kimi ise yaşadığı topraklardaki kimliğini kaybetti. İçleri buruktu, ama umut etmeyi de elden bırakmadılar.
İşte böyle bir yolculuktu bu: zorunlu, mecburi, hüzünlü... Ve her mübadilin kalbinde, o kopuşun bir tarafında hâlâ sönmemiş bir yangın, bir diğer ucunda ise tutunmaya çalıştığı yeni bir hayata dair kırılgan bir umut vardı.
O büyük göç dalgasıyla birlikte Balkanlar'dan yola çıkan mübadiller, umutla ve mecburiyetle Anadolu topraklarına yerleştirildiklerinde, karşılarında kendilerince "yabancı" olan bir halk buldular: bu toprakların yerlileri. Her iki topluluk da Türkçe konuşuyordu, ama kelimelerin yükü, nakaratı başkaydı; söylenen cümleler, yaşanmışlıkların izini taşımıyordu. Aynı dine inanıyorlardı, ama aynı kıbleye yönelirken bile dualarının içinde başka başka acılar vardı. Aynı türküleri dillerine dolayamamışlardı; çünkü biri dağların ardından yankılanan hüzünlü Rumeli ezgilerini taşıyordu, diğeri ise İç Anadolu'nun ya da Karadeniz'in köklü ağıtlarını.
Kılık kıyafet belki benzeyebilirdi, ama kumaşın dokusunda, motifin anlamında, rengin çağrışımında bile bir başkalık hissediliyordu. Kültürler farklıydı; sofradaki yemekler, düğünlerdeki oyunlar, cenazelerdeki ağıtlar, bayramlardaki gelenekler başka başka köklerden besleniyordu. Hatta insanın içinden geçen duygular bile farklıydı; çünkü geçmiş başka, hasret başka, acılar başka başka yerlerden doğmuştu.
Her şeye rağmen aynı bayrağın gölgesinde yaşıyorlardı. Fakat yine de mübadiller, gözlerdeki tereddüt, sözlerdeki mesafe ve kalplerdeki temkin sebebiyle hep bir "öteki" olarak kaldılar. Araya ne bir düşmanlık ne bir kavga girdi belki, ama görünmeyen bir duvar örüldü aralarına ? adı konmamış, ama hep hissedilen bir ayrılık duvarı.
Bu sessiz ayrılık, en çok da evliliklerde yankı buldu. Yerliler mübadil kızlarına talip olmadılar uzun süre. Mübadillerin oğulları ise kolay kolay kabul görmedi kız istemeye gittiklerinde. Çünkü herkes kendi kültürüne, kendi geçmişine, kendi alışkanlıklarına tutunuyordu. Zaman geçse de yıllar ilerlese de bu sessizlik sürdü. O büyük göçün ardından kalan kırılganlık, en çok da gelinliklerin beyazında, damatların bakışında kendini belli etti.
O yıllarda mübadiller ile yerli halk arasında evlilikler yok denecek kadar azdı. Bu durum yalnızca sosyal sınıf farkı ya da kültürel mesafeden değil, derinlerde yatan karşılıklı bir çekingenlikten, hatta zaman zaman bir güvensizlikten kaynaklanıyordu. Her iki taraf da birbirini tam anlamıyla tanımamış, kalpler arasında bir köprü kurulmamıştı henüz.
Mübadil aileler, savaşların ve göçlerin yorgunluğunu omuzlarında taşırken, kendi içlerinde tutunacak güvenli bir çember oluşturmuşlardı. Bu yüzden kızlarını genellikle kendi cemaatlerinden biriyle evlendirmeyi tercih ederlerdi. "Biz kızımızı yerlilere vermeyiz" sözü, sadece bir inat değil, belki de geçmişte yaşanmış kırgınlıkların, tutunamama korkusunun ve aidiyet ihtiyacının dışa durumuydu.
Öte yandan, yerli halk da mübadillere karşı temkinliydi. Bazıları, "Daha tam yerleşmediler, kök salmadılar" diyerek mesafesini korurdu. Bu cümlelerin ardında bazen önyargılar, hakir görme, bazen de geçmişin belirsizlikleri gizliydi. Oysa ki, aynı toprağın insanlarıydılar artık; aynı mahallelerde yaşamasalar bile aynı pazar yerinden alışveriş yapıyor, aynı havayı soluyor, aynı yağmura ıslanıyorlardı. Ama kalplerin yakınlaşması, zamanın sabrını ve insan olmanın inceliğini bekliyordu?
Ancak zaman, her şeyin ilacı olduğu gibi bu ayrılığı da yavaş yavaş silmeye başladı.
1940'lı yıllardan itibaren birincil mübadillerin hayata tutunuş biçimi gözle görülür bir değişim yarattı. Onlar göçün acısını çok çalışarak, çocuklarını okutmaya gayret ederek, "bizim de bu topraklarda hakkımız var" diyerek silmeye çalıştılar. Eğitimli, dürüst, çalışkan ve düzenli insanlar olarak kısa sürede bulundukları bölgelerde saygı kazandılar. Kızları hem güzellikleri hem tahsilleri ile; oğulları ise disiplini, meslek sahibi oluşları ve ailelerine olan bağlılıklarıyla dikkat çeker oldu.
Mübadil kızlar, gözlerinin içiyle birlikte kalpleri de saklanan, incelikle büyütülen, kıymeti tarifsiz evlatlardı. Çünkü mübadil aileler, kızlarını yalnızca bir evladı değil; aynı zamanda geçmişin emanetini, bir kültürün, bir yuvanın, bir onurun taşıyıcısı olarak görürlerdi. Bu yüzden onları birine emanet etmek, kolay bir karar değildi. Aileler, karşılarında saygılı bir duruş, samimi bir sevgi ve en önemlisi güvenilir bir gelecek görmeden "evet" demezlerdi. Delikanlı; işi, gücü yerinde biri olmalıydı. Tercihen doktor, mühendis, avukat gibi toplumda kendine yer edinmiş, "adam olmuş" biri... Ancak o zaman içleri bir nebze rahat eder, kızlarını gönül huzuruyla teslim edebilirlerdi. Aksi halde kapı aralık bile bırakılmaz, kalpler suskun kalırdı.
Bu titizlik, dışarıdan bakıldığında katı bir kural, belki gurur dolu bir kibir gibi görünebilirdi. Oysa derinlerde yatan, çok daha başka bir şeydi: Sürgünle savrulmuş bir geçmişin, darmadağın olmuş hayatların, yerinden sökülmüş köklerin izlerini taşıyan bir travmaydı bu. Kaybolan kimliğe, sarsılan güvene, zorla terk edilen memlekete karşı içten içe verilen bir dirençti. Kızlarını korumak, aslında hafızalarını, kültürlerini, yarım kalmış hikâyelerini korumaktı.
İlginçtir ki, aynı özen, oğullar söz konusu olduğunda da gösterilirdi. Mübadil aileler, oğullarına kız alacakları zaman da aynı dikkatle davranırlardı. Eğer yerli bir aileden kız istenecekse, önce o ailenin geçmişi incelenir, kızın eğitimi, görgüsü, aile terbiyesi en ince ayrıntısına kadar araştırılırdı. Çünkü onlar için evlilik sadece iki gencin buluşması değil; iki dünyanın buluşması, bir geleneğin yaşatılmasıydı. Yeni bir aile kurarken, geçmişten gelen değerlerin, alışkanlıkların, saygının da geleceğe taşınması gerektiğine inanırlardı.
Böylece her evlilik, sadece bir yuva değil; aynı zamanda geçmişin yaralarını saran, kültürel belleği geleceğe taşıyan bir köprü olurdu. Ve o köprüler, zamanla öyle sağlamlaştı ki, bugün hâlâ üzerinde nice dostluklar, sevgiler ve aileler yaşamakta?
Yıllar birbirini kovaladı... Zaman, kırgınlıkların ve mesafelerin üstünü ince bir merhamet örtüsüyle yavaş yavaş kapladı. Başlarda birbirine yabancı gibi duran mübadil ve yerli halkın çocukları, ortaokul sıralarında aynı tahtaya kalktılar, lisede aynı ezgileri mırıldandılar. Aynı sınıfta gülüp oynadılar, aynı öğretmenin sözlerinden ilham aldılar. O önceki kuşakların bakışlarında hissedilen sertlik, çocukların dostluklarında yumuşadı; alışkanlıklar ortaklaştı, benzerlikler çoğaldı.
Zamanla, bir evin içinde mübadil bir dede ile yerli bir anneanne torunlarının kahkahalarına birlikte güler hale geldi. Aynı sofrada oturup aynı çorbayı kaşıkladılar, aynı hikâyeleri baştan sona beraberce anlattılar. Ayrı geçmişlerden gelen bu insanlar, ortak bir geleceği birlikte örmeye başladılar. Aynı avlunun gölgesinde yoğurt mayalandı; mutfaklarda hem Rumeli'den yadigâr kol böreği pişti, hem Anadolu'nun bereketli tenceresinde keşkek kaynadı. Mübadil mahalleside yerli mahalleside artık gerçek adları ile hecelenmeye başladı.
Bir zamanlar göz göze gelmekten çekinen eller, şimdi bayram sabahlarında birbirine sarılır oldu. "Yabancı" denilen insanlar, bir ömürlük dost, bir ömürlük akraba, bir ömürlük kader ortağı oldular. Kanları karıştı, duaları birleşti, geçmişin hüzünleri yerini birlikte yazılan bir hikâyenin umut dolu satırlarına bıraktı.
Artık ne mübadil vardı ne yerli... Sadece birlikte büyümüş çocuklar, aynı sofrada büyüyen torunlar ve geçmişin acısından doğmuş bir büyük, kocaman aile vardı.
Ama hâlâ bazı yaşlılarımız, torunlarının kulağına eğilip şunları fısıldar:
"Bizim zamanımızda öyle kolay değildi kızımızı vermek. Önce adam olacaktın. Hem de gerçekten adam?"
Bu sözün arkasında bir gurur da vardır, bir iç burukluğu da ve hatta bir sitemde? Çünkü o nesil, toprağa değil, anıya, kültüre ve emeğe kök salmış bir nesildi.
Tarihin derinliklerinde, bazen bir göç, bazen bir düğün iki insanı değil, iki dünyayı birleştirir. Mübadeleyle gelen acı hatıralar, bugün torunların gözlerinde yerini bir geçmişin zenginliğine, bir kültürel mirasa bırakmıştır. Toplumlar, geçmişte yaşadıklarıyla büyür ama gelecek için gösterdikleri sevgiyle iyileşirler. Mübadele ile gelenlerin ve onları karşılayanların öyküsü, aslında hepimizin ortak hikâyesidir: Ayrılığı kabullenip birliği yeşertenlerin hikâyesi?
Bugün bizlere düşen ise bu geçmişi anlamak, empatiyle hatırlamak ve iki toplumun birlikte inşa ettiği bu güzel ortak hayatı korumaktır. Çünkü asıl evlilik, iki insan arasında değil; iki kültürün, iki yüreğin, iki geçmişin barış içinde kaynaşması, birbirini anlamasıdır.
