Bir Mahallenin Sessiz Vedası

Bir Mahallenin Sessiz Vedası

Samsunsonhaber köşe yazarı Emin Erman'ın kaleminden 'Bir Mahallenin Sessiz Vedası'

Sevgili okuyucularım, her yıl olduğu gibi bu yıl da Türkiye'ye yapacağım seyahatin hazırlıkları içerisindeyim. Kızım Ceylan'la birlikte planladığımız bu 15 günlük yolculuk hem bedenimde hem de ruhumda farklı duygular uyandırıyor. İlk beş günümü doğup büyüdüğüm topraklarda, yani Bafra'da geçireceğim. Sonrasında ise rotamız Kapadokya, Kaş ve İstanbul? Her biri ayrı bir renk, ayrı bir tat, ayrı bir hatıra...

Valizlerimi hazırlarken iki farklı duygunun arasında gidip geliyorum. Bir yanda, yıllardır göremediğim dostlarla kavuşacak olmanın sevinci...

Belki hâlâ oradadırlar, belki eski bir çay ocağında, belki mahallenin kıyısındaki bir banka oturmuş, geçen zamanı seyrediyorlardır. Belki de çocukluğumun geçtiği sokaklardan biri hâlâ aynı kokuyordur. Hele o memleketime özgü yemekler...

Burada (ABD) kolay kolay bulamadığım o nefis tatlar...

Karadeniz'in tuzlu havası, Ege'nin ılık esintisi, Anadolu'nun içtenliği...

Tüm bunları düşününce içim kıpır kıpır, yüreğim sıcacık oluyor. Özlemin yerini sevinç alıyor bir anlığına.


Ama hemen ardından bir başka düşünce geliyor zihnime. Beni buruklaştıran, içimi hüzünle dolduran bir düşünce bu. Ya o görmek istediğim insanlar artık yoksa...

Ya o güzelim hala kalakalmış eski evlerde çoktan yıkıldıysa...

O ahşap ve taş duvarlı, panjurlu, cumbalı evler...

Ya mahallenin çocuk sesleriyle çınlayan sokakları, şimdi sessizliğe gömüldüyse...

Modernleşmenin gölgesinde kaybolmuş bir geçmişin izlerini ararken bulacağım tek şey beton bloklar ve yabancı yüzler olursa...


İşte bu duygularla, bu yazımda siz kıymetli okuyucularımı biraz eskilere götürmek istiyorum. Belki sizin de çocukluğunuzun geçtiği sokaklar benzerdi benimkilere...

Belki siz de mahalle bakkalına, fırınına deftere yazdırarak alışveriş yapar, komşu teyzenin bahçesinden erik çalar veya düşen eriği yerden alırdınız. Belki sizin de akşam ezanıyla birlikte oyunlarınız yarım kalırdı...

Unutulmayan, unutulması da mümkün olmayan o eski mahallelerin ruhuna bir selam durmak istiyorum. Sadece bir yerin değil, bir dönemin, bir kültürün, bir hissin izini sürmek...

Hem kendim için hem de sizin için. Umarım okudukça sizde kendi geçmişinizin melodisi içinde anılarınıza dalarsınız!
Çünkü bazı vedalar sessiz olur. Ve bazı mahalleler, biz uzağındayken yavaşça terk eder bizi. Ama onların hatırası hep içimizdedir. Ve o hatıralar yaşadıkça, aslında hiçbir şey tamamen kaybolmaz...


Her yıl, kimi zaman yılda bir kez bile olsa, bu toprağın beni çağıran sesiyle memleketime dönerim. İçimde, "toprak insanı çeker" derler ya, işte öyle bir hisle... Ne zaman Türkiye'ye gelsem, ilk uğrak yerim hep Bafra olur. Ne var ki, bugün o eski iki katlı, cumbalı, panjurlu Rum evimiz artık yok. Babamın ekmek teknesi, meyve ağaçlarıyla çevrili o güzel bahçemiz de yok artık. Eski dostlarımın çoğu ya göç etti bu dünyadan ya da zamanın elleriyle uzaklaştılar yaşamımdan.

Samsun'un Ulugazi Mahallesi gibi, Bafra'nın Gazipaşa Mahallesi...

Tamamı mübadillerin yaşadığı, her sokağında başka bir hikâyenin yankılandığı o güzel mahalle...

Bizim, içinde içmek için kuyusu bile olan, iki katlı Rum evimiz de diğer evlerle uyum içinde, zarif cumbaları, ahşap panjurları ve beton sıvalı duvarlarıyla o mahalleye adeta bir tablo gibi yakışırdı. Kışın sıcacık, yazın serin tutan duvarlarıyla sadece bir ev değil, bir yuvaydı orası.
O evler yalnızca beton ya da tahtadan değildi; onların içinde umut vardı, bereket vardı, paylaşmak vardı. Bahçeler rengârenk çiçeklerle, her türden meyve ağacıyla doluydu. Kimin bahçesine girseniz, bir incir ağacı gölgesinin salıncağında bir çocuk kahkahası duyulur, bir üzüm veya nar ağacının altına sedir konur, yazın serinliği o dallardan süzülürdü. Ne mutluluktu o çardağın sarkan üzümlerinin altında ince belli bardak ile çay yudumlamak. Her bahçede mutlaka bir taş fırın olurdu, kimi zaman da yanında bir kuyu ve tavukların özgürce dolaştığı bir kümes... Mevsimine göre domates, biber, patlıcan dikilir; toprakla dostluk sürdürülürdü.
Ve o ekmek kokusu? Mahallemizin üzerine her sabah yayılan o eşsiz koku... Sanki zaman onunla başlar, onunla yavaşlardı. Taş değirmende öğütülmüş buğdaydan yapılan, esmer renkli, dışı çıtır, içi yumuşacık ekmeklerin kokusu, çocukluğumuzun fon müziği gibiydi. Biz çocuklar oyuna dalarken bir yerden mutlaka fırının dumanı yükselir, sıcak ekmeğin kokusunu alır almaz hep birlikte o eve koşardık. "Yenge!" diye seslendiğimiz mahallenin hanımı, elinde bir tepsi dilimlenmiş sıcak ekmekle gülümseyerek kapıda belirirdi. Üzerine tereyağı ya da zeytinyağı sürülmüş, bazen de tatlı olsun diye üzerine toz şeker serpilmiş ekmeği bizlere uzatırdı. Ne bir teklif ne bir davet? Gönülden gelen bir ikram, sessizce paylaşılan bir mutluluktu bu.
Yalnızca ekmek değildi paylaştığımız; çocukluğumuzu, sevgimizi, hayatı bölüşürdük o anlarda. O sevecen yengelerimizin bizden tek beklentisi ise basit ama kalpten gelen bir cümleydi: "Yengeciğim, çok güzel olmuş. Teşekkür ederim..." İşte o cümle, onların yüzünde bir tebessüm bırakır, bizde ise ekmeğin tadını daha da unutulmaz kılardı.
Bugün hâlâ o ekmeğin kokusunu rüyalarımda duyar gibi olurum. Tadı, damağımda değil, ruhumda kalmıştır. Çünkü o ekmek yalnızca bir yiyecek değil, bir zamanın, bir mahallenin, bir kültürün sembolüydü.
Eskiden mahallemizde bırakın arabayı, bisiklet bile lükstü. Babalarımız sabahları işlerine ya da tarlalarına pedal çevirerek giderlerdi. Koca Bafra'da özel arabası olan sadece üç kişi vardı ve hepsi de tütün tüccarıydı. Onlar da arabalarıyla değil, adlarıyla tanınırdı. Şimdi ise daracık sokaklar araçlarla dolu. Öyle ki park edilen arabalar nedeniyle trafik aksıyor, küçük kazalar sıradan hale gelmiş. O sokaklarda artık çocuk sesi yerine korna sesleri yankılanıyor.
Çocukluğumuzda bir bisiklet, yıl boyunca hayalini kurduğumuz bir mucize gibiydi. Babalarımız her dönem sonunda, "Eğer sınıfını pekiyiyle geçersen, sana bisiklet alacağım," derlerdi. Biz de bütün bir yıl boyunca bu hayalin peşinden koşardık. Her yıl dersleri başarıyla geçmemize rağmen, o bisiklet bir türlü gelmezdi... Ama biz yine de umut ederdik. Belki gelecek yıl...
Şimdi ise o sokaklar... Araba bolluğunun gölgesinde unutulmuş çocuk bisikletleriyle dolu. Kimisinin pedalı kırık, kimisinin lastiği inik... Akşam evine alınmamış, kaldırımlarda sessizce bekleyen bu bisikletler sanki bir dönemin hayal kırıklığını fısıldıyor. Onlara kimse dokunmuyor, çünkü artık çocuklar da yok sokaklarda. Ne oynayan ne koşturan ne de bisikletine sıkı sıkı sarılan bir çocuk kalmış...
Çocukluğumun en güzel anları, okul çantamı eve bırakır bırakmaz sokaklara koştuğum o günlerde gizlidir. Üstümüzde okul önlükleriyle eve döner, annemizin hazırladığı bir dilim ekmeği ya da bir avuç meyveyi yutar yutmaz, üzerimizi değiştirip kendimizi sokağa atardık. O an adeta özgürlük başlardı. Mahallenin tüm çocukları birer birer dışarı dökülür, sokak araları, boş arsalar bizim oyun alanımız olurdu. Akşam karanlığı bastırana kadar oynardık: Saklambaç, dokuz taş, uzun eşek, yırtık bir topla oynanan futbol, birdirbir... Her oyun hem neşeydi hem de arkadaşlıktı. Terli bedenlerimiz, kir içinde kalmış ellerimiz ama gülümseyen yüzlerimizle dolu akşamlardı onlar.
Akşam olup yemekler yenince biz çocuklar hemen derslerimize otururduk, bir an önce ödevler bitsin de oyun anıların yerini kitapların sessizliği almasın diye. Babalarımız ise günün yorgunluğunu atmak için mahallenin kahvehanelerine dağılırlardı. Orada çay eşliğinde koyu sohbetler edilir, memleket meseleleri tartışılırdı. O kahvehaneler, mahallenin hafızası gibiydi. Bir köşede gazete okuyanlar, bir köşede tavla zarlarıyla hararetli maçlar yapanlar olurdu. Kimileri iskambil kağıtlarıyla vakit geçirirdi; her elin sonunda gülüşmeler, bazen de içten içe rekabetin heyecanı yükselirdi.
Kahvehane sobasının çevresinde toplanan adamlar, günün haberlerini konuşur, çocuklarının geleceği için kaygılanır, bazen de sadece bir fincan kahvenin sessizliğinde birbirlerinin varlığına sığınırdı. Hepsi çoktan göçtü ya da yaşlandı... O kahvehaneler artık ya kapandı ya da bambaşka yerlere dönüştü.
Babalarımız akşamın erken saatlerinde mahalle kahvehanelerine dağılırken, annelerimiz de kendi dünyalarının kapısını aralardı. O dünyanın adı "komşu sohbetleriydi. Öyle bugünkü gibi aylar öncesinden randevulaşmalar, planlamalar yoktu. Komşu komşunun kapısını çalardı, içten bir "Merhabayla misafirlik başlardı. Ev sahibi çoğu zaman o akşam misafir geleceğini bile bilmezdi ama yüzünde bir şaşkınlık değil, tebessüm olurdu. Çünkü bilirdi ki mahallenin kadim geleneğidir bu; her an bir dost gelebilir, her zaman bir çay demlenebilir.
Zaten her evde, sanki bir sessiz hazırlık vardı. Misafir gelir diye değil, komşu uğrar diye. Küçük meyve tabakları, kahve takımları, kuru yemişler... Hepsi bir dolabın köşesinde, bir çekmecede, o eski zarif ikram inceliklerinin izini taşırdı. Bu ziyaretler sırasında kadınlar yalnızca sohbet etmez, gelecek buluşmaları da kararlaştırırlardı. Sözlü bir davet yetiyordu: "Yarın akşam Emine Abla'ya gidiyoruz." "Tamam, geleceğiz." Hepsi bu. Ne gösteriş ne kıramam demeçleri... Samimiyetin olduğu yerde, davetin ağırlığı zaten kelimelerin ötesindeydi.
Evlerde küçük çocuklar da yalnız bırakılmaz, bu ziyaretlere götürülürdü. Hem aile sıcaklığı hissedilsin hem de o çocuklar büyürken o mahalle ruhunu, o paylaşma kültürünü içine çeksin diye. Bu aynı zamanda evde kalan büyük çocuklar için de sessiz bir fırsattı. Derslerini sessizce yapar, sınavlarına odaklanır, annelerinin sohbetten dönüşünü beklerlerdi. Ne bir telefon çalardı ne de televizyon gürültüsü? Sessizlik, çalışkanlığın en güzel eşlikçisiydi.
O akşamların içtenliği, o ziyaretlerin sıcaklığı hâlâ kalbimde. Birbirine misafir olmak için bahane değil, gönül yeterdi. Bugünse yüksek apartmanların içinde, birbirinden habersiz yaşanan hayatlarda o kapılar artık çalınmıyor. Ne komşuya kahve ikram ediliyor ne bir tabak meyveyle hatır soruluyor. Ve ne yazık ki çocuklar da bu dostlukların ne kadar kıymetli olduğunu hiç öğrenemiyorlar?
Evet, bir zamanlar mahallelerimiz, sadece evlerin sıralandığı yerler değil; aynı zamanda yüreklerin iç içe geçtiği, dostlukların filizlendiği, samimiyetin soluduğu hayat alanlarıydı. Komşular birbirlerini tanır, birbirlerinin dertlerini bilir, mutluluklarına ortak olurdu. Kapılar ardına kadar açıktı hem fiziksel olarak hem de gönülden. Bir fincan kahveyle başlardı muhabbet, bir tabak yemekle pekişirdi dostluk? Hatta bazen kapı çalınmazdı bile, çünkü komşu sayılırken zili çalmak fazlalık gibi gelirdi. Şimdi pencereler karanlık, kapılar kilitli, ziller sessiz. Eskiden yaşanan o dayanışma ruhu, o sıcak tebessümler, yerini tanımadığımız bir dünyanın soğuk kurallarına bıraktı.
Ama zaman değişti? Kentler büyüdü, insanlar çoğaldı ama kalpler arasındaki mesafeler de aynı oranda açıldı. Beton yığınlarının arasında sıkışan modern hayat, mahalle kültürümüzü sessizce elimizden aldı. Teknolojinin getirdiği bireysellik, kalabalıklar içinde yalnızlaşmamıza sebep oldu. Birbirini tanımayan, birbirine selam bile vermeyen insanlar aynı apartmanlarda yaşar oldu. Eskiden dostlukların kurulduğu pencereler, şimdi karartılmış perdelerle dış dünyaya kapalı.
O eski dayanışma ruhu, o içten tebessümler, paylaşmanın sıcaklığı... Yerini soğuk duvarlara, susturulmuş kapı zillerine ve mahremiyetle değil mesafeyle inşa edilmiş ilişkiler ağına bıraktı. Komşuluk bir zamanlar yaşanmış güzel bir hikâye gibi hafızamızda, anılarımızda kaldı sadece.
Mahalle değişti, insanlar değişti... Ama çocukluğumun o sıcak anıları, içimde hâlâ capcanlı. Belki de bu yüzden her ziyaretimde kalbimde eskiyi arıyor, gözümle ise yalnızca betonun griliğini görüyorum. Emin Erman, 7 Haziran 2025.

Bir Mahallenin Sessiz Vedası

EN ÇOK OKUNAN HABERLER