Av. Tufan Akcagöz'ün kaleminden.. 'ERKEN SEÇİM VE Z KUŞAĞI'
Hazır olunmadığı halde erken seçim istemek, müstakbel seçimi kaybetme yolundaki yollara taş döşemekten ibarettir.
14 Mayıs 1950 tarihinden itibaren demokrasi imtihanı veriyoruz.
Sadece sandığa indirgediğimiz, çoğulcu, özgürlükçü olmaktan uzak, tolerans seviyesi düşük demokrasimiz yetmiş yaşını geçmiş olmasına rağmen, batıdaki modern demokrasilerle bizi buluşturamıyorsa eğer, sorun demokraside değil, onun uygulayıcılarındadır.
Demokrasinin önündeki en büyük tehlike, siyasi iktidarı elde etmek için onu kullanmak isteyenlerin varlığıdır.
Amaç, toplumun refahı değil, bir zümrenin kurtuluşudur.
Bu kişilerin elinde kimi zaman milli argümanlar olduğu gibi, çoğu zaman da dini değerler vardır.
Dinin siyasete alet edildiği toplumlarda, bir inanç meselesi olarak kalması gereken din kurumu devlet yönetimine de etki edecektir.
Ki öyle de olmuştur.
1950 ve 60 arası dönem, bunun çeşitli örnekleriyle doludur. Bugün demokrasi kahramanı olarak lanse edilen Adnan Menderes, demokrasiyi benimsemiş biri değildi. Kafa yapısı, sandıktan çıkan sayısal çoğunluğun, azınlığa istediği kötülüğü yapabileceği dar anlayışını temsil ediyordu.
Bu dönemde neler yapılmadı ki!
Milleti vatan cepheliler ve diğerleri diye bölmeler..
Kendilerine oy çıkmadı diye bir ilimizin ilçe yapılması..
Tahkikat komisyonları kurup, ülkeyi kuran ve inşa eden partiyi kapatma girişimleri..
Hemen hepsi bu dönemde yaşandı.
Altı yüz yıllık istibdat dönemi üzerine yeni filizlenecek olan demokrasi, kökünden zedeleniyor, dibine zerkedilen zehirli su nedeniyle harap oluyor ve zarar görüyordu.
Bugün demokrasi kahramanı olarak etiketlenen kimilerinin demokrasiye yaptıkları en büyük kötülük, güç zehirlenmesi nedeniyle önünü görememekten kaynaklanan hatalarıdır.
Bu hatalar, kimi zaman asker müdahalesine davetiye çıkarmıştır.
Bu sürecin sonunda zarar gören, yine demokrasinin kendisidir.
Din, bir vicdan işidir.
Rönesansını yaşayan Avrupa'da bir papaz efendi çıkıp devlet yönetimiyle ilgili söz edemez.
Ederse, cevabını alır.
Çünkü aydınlanma devrimi Avrupa'da papazı, ait olduğu yere; yani, kiliseye geri göndermiştir.
Oysaki biliyorsunuz daha önceleri papaz, krala tacını giydiren yegane güç timsali idi.
Bunları geçelim..
Bizdeki durumu ele alalım.
Elde kuranla seçim meydanlarına çıkıldı mı?
Elbette.
İnanç özgürlüğü adına, tek bir kesime serbesti sağlandı, diğer kesimler ötekileştirildi mı?
Evet.
Bugün bir alevi çıksa, cemevi istese lafını ağzına tıkıyorlar.
Niye, alevi vatandaşın da inanç özgürlüğü yok mu?
İnandığı gibi yaşamanın, inandığı değerleri yaşatmak adına ibadet etme hakkını talep etmenin neresi yanlış?
Çok gerilerdeyiz.
Daha da geri kalır mıyız bilmiyorum.
Çıkış yolunu bulamazsak, daha derinlere sürüklenmemiz işten bile değil.
Bir kere, kimse kimseye saygı duymuyor. Böyle olur mu? Haydi, bunu sınırlayalım; bir kesim diğerine saygı duymuyor diyelim. Aynı şey !
Neden?
Neden birbirimize saygı duymuyoruz?
Herkes, saplantı halinde kendi düşüncesinin sıratı geçireceğine inanıyor da ondan..
Türksen, kürde düşman; kendinden olmayana düşman olacaksın öyle mi?
Ya da kendine ille bir düşman yaratacaksın. Çünkü sen düşmansız yapamazsın..
Böyle bir toplum yapısının tımarhaneden farkı ne?
Sen nerdesin, dünya nerde?
Bugün hala 1950 model kafalarla idare ediliyoruz.
Birileri, AK Parti hükümeti için, 'Z kuşağına yenilecekler' diyor ya.
Doğrusu şu ki; demode kafaları değişmediği, bu kafayı değiştirmedikleri için yenilecekler.
Hükümet bu durumda da muhalefet çok mu iyi?
Bugün, daha çok demokrasi, daha çok özgürlük talep edenlerin de yönetim kadrolarını tayin ederken, demokrasiyi görmezden gelerek hareket ettiklerine şahit oluyoruz.
Hangi siyasi parti adaylarını ön seçimle belirliyor?
Bu olan bitenin demokrasicilik kumpanyası olduğunu gören z kuşağı, muhalefete de işte bu nedenle yeterince güvenmiyor.
Seçim sonuçları bunu göstermiyor mu?
1950 model siyaset anlayışının hesap edemediği önemli bir gerçek de, hızına yetişilemeyen teknolojidir.
Herkes biliyor ki, içinde bulunduğumuz çağ, teknoloji çağıdır.
Bu çağ, küçük bir bilginin saniyeler içinde tüm dünyaya anında yayılmasını sağlıyor.
Böyle bir dönemde, böyle bir teknoloji içine doğmuş bir gençliği nasıl kandırabilirsiniz?
İşte siyasi iktidarın en zorlandığı alan burasıdır.
Bir önceki kuşak, kılıkla kıyafetle yaftalamaya şartlandığı için durumu ilk etapta sezemeyebilir.
Türbanlı bir kızı, Beyoğlu'nda bir pubda bira içerken görünce şaşıranlar da işte bu kesimdir.
Tam tersi de mümkün..
Kılık kıyafet artık belli bir siyasi çizginin uzantısı olmaktan çıkıyor, ortasına doğulan sosyal çevreye aidiyetin göstergesi olarak kalıyor.
Bu nedenle bugün, z kuşağı diye anılan genç kuşağın arasında kılık kıyafet açısından herhangi bir kavga, çekişme yaşanmıyor.
Ve bu kuşak, kolay kolay zoka da yutmuyor.
Çünkü, gelişen teknoloji sayesinde evreni daha kolay tanıyor, kafalarındaki sorulara daha kolay cevap bulabiliyorlar.
İçlerinde çok akıllı olanları var.
Onlar gelecekte bu ülkeyi yönetecekler.
Henüz yaşamının başlarında sayılan bu gençlerimiz, adam kayırmacılığı, soru çalmaları, sınavlara hile bulaştırmaları, yolsuzluğu, kanunsuzluğu iliklerine kadar yaşadılar maalesef.
Bu nedenle, kimsenin kimseye ezmediği ve üzmediği; liyakatin kabul gördüğü, inanç kimliklerinin korunduğu ve etnik varlıkların değer gördüğü, ötelenmediği bir devlet yönetimi istiyorlar.
Toplumsal barışı sağlayacaksak şayet, bu şart.
Recep Tayyip Erdoğan, geldiğinde kırk yaşındaydı.
Tarih 1994'ü gösteriyordu.
Ekrem İmamoğlu 49 yaşında belediye başkanı oldu, gencecik adam diyoruz..
Erdoğan kırk yaşında İstanbul'a şehremini oldu.
Bu, değişen Türkiye siyasetinin önemli bir adımı, başlangıcıydı.
Erdoğan da bunun farkında olmalı ki, adımlarını hep buna göre attı, gardını hep bu gelecek hesaplarına göre şekillendirdi.
O dönemde de aslında zenginle fakirin kavgası vardı ama laik/muhafazakar kavgası daha bereketliydi. Muhafazakar kesim, inanç özgürlüğü bayrağını sallıyor; laiklik adına bir kesim de bunun laik cumhuriyete kastetmek olduğunu söylüyordu.
Her iki kesimin de haklı gerekçeleri mevcuttu.
Ancak bugün daha iyi görülüyor ki, muhafazakar kesiminin talebi inanç özgürlüğü değil, inandıkları gibi yaşama özgürlüğü imiş.
Yani, sadece kendilerine özgürlük istiyorlarmış.
Keşke inanç özgürlüğünü savunuyor olsalardı.
Böylece hep birlikte bu ülkenin özgürlüğü de içine alan demokrasi sorunlarını konuşur, bunların çözülmesi için sağlam adımlar atabilirdik.
Karşı taraftaki kesim ise, bizim kesim oluyor; ki hiç hata yaptığımızı kabul etmeyiz. Bundan kaybediyoruz diye kestirip atmayalım ama hata yaptığını kabul etmenin de taze bir başlangıç için fırsat olabileceğini düşünmek gerek.
Yazı, uzadı gitti.
Ne diyorduk; z kuşağı işini bilir.
Bu kuşak, iktidar için de muhalefet için de kolay lokma değildir.
Hem bu ülkeyi ileride onlar yönetecek.
Oy verdiği siyasi partinin yöneticileri milleti soyup soğana çevirirken bunu görmezden gelecek değiller.
Kaba bir sahiplenme refleksi ile asla hareket etmezler.
O halde, din sömürüsü yapan da, Atatürk sömürüsü yapan da z kuşağının tokatını yer, oturur.
Bu yarıştan galip ayrılmak isteyen siyasi partilerin tek çıkış yolu, boş vaatlerden uzak projeler, günübirlik siyaset söylemleri yerine, etkili ve yapıcı gelecek planları olmalıdır.
Bunları ortaya koymadan, 'Biz hazırız!' diyerek efelik taslamak, sahte kabadayılıktan öteye gitmez.
Neye hazırsın, ne kadar hazırsın, aklı olan, azıcık mantık sahibi olan görüyor; ona göre..