Av. Tufan Akcagöz'ün kaleminden.. 'ATATÜRK'ÜN MESAJI'
Tarih, 30 Ekim 1918.
Limni Adası'nın Mondros Limanı'nda demirli Agamemnon zırhlısında Mondros Mütarekesi imzalandı.
Osmanlı bitmiş, tükenmiş, çaresiz.
Millet, sefalet içinde.
Direniş başlatmak lazım ama nasıl?
Bir kurtuluş yolu mutlaka vardır.
Padişah, tüm dünyaya nam salan altı yüz yıllık geçmişin gölgesinde oturuyor ama pısırık, korkak..
İstanbul işgal altında.
Şayak kalpaklı adam, 13 Kasım 1918'de İstanbul Boğazı'ndaki düşman donanmasına bakıp “Geldikleri gibi giderler” dedi.
İzmir de işgal edildi; tarih 15 Mayıs 1919.
Vatanı kurtarmak için, Anadolu'ya geçmekten başka çare yok.
Atatürk, 9.Ordu müfettişi olarak Anadolu'ya geçecek, sözde Mondros'un uygulanmasını kolaylaştıracak, milleti silahsızlandıracaktı.
Ancak asıl amaç elbette başkaydı.
Milleti, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktı.
Savaşlardan yılmış, maddi ve manevi çöküntü içinde savrulup giden Anadolu halkı için bu hayat memat meselesi idi.
Kurtuluşa inanmak, kurtuluş için önemli bir adımdı.
Beşiktaş'tan bir askeri motorla İstanbul Boğazı'na açıldı. Kız Kulesi açıklarında Bandırma Vapuru'na bindi.
Arkadaşları ile birlikte Samsun'a doğru yola çıktı.
Tarih 16 Mayıs 1Yolcu1919'u gösteriyordu.
Yolculuk 3 gün sürdü.
Şimdinin kimi aklıevvelleri, devletin televizyonunda Mustafa Kemal'i anadoluya Padişah Vahdettin'in gönderdiğini iddia ediyorlar.
Böyle yalan olur mu?
Böyle düzmece bir tarih, aklı başında yurtseverler tarafından kabul görür mü?
Neymiş, Mustafa Kemal'e Vahdettin, 'Milleti sen kurtarabilirsin!' demiş ve uğurlamış.
Peki Mustafa Kemal'e şekavet ( asilik, eşkıyalık ) yakıştırması yapıp, katline ferman okutan kim?
Onu din ve millet düşmanı ilan eden, mütareke basınınında hemen her gün moral bozan haberleri ardı ardına yayınlayanlar kim?
Mustafa Kemal, yürekli bir Osmanlı subayıydı.
Aydındı, öngörülüydü, vizyon sahibiydi.
Devrimciydi, yenilikçiydi.
Osmanlının neden bu durumlara düştüğünü, koskoca cihan devletinin Haymana ovasına hapsedilecek vaziyete nasıl geldiğini çok iyi biliyordu.
Köhne Bizans'ın bitmiş hali, Türklere İstanbul'u armağan etti.
Köhnemiş Osmanlının bu hali ise, düveli muazzama denilen emperyalist devletlere anadoluyu hediye etmemeliydi.
Bunun için, kelle koltukta savaşmaktan başka çare yoktu.
İşte, 'Ya istiklal ya ölüm!' düsturu, bu ruhu temsil eder.
19 Mayıs'ın yüz ikinci yılını idrak ediyoruz.
Ülkenin, adından en çok bahsedilen ama en az okunan kitaplarından biri olan büyük Nutuk, Samsun'a çıkış hikayesi ile başlar ve bütün kurtuluş mücadelesini, en ince ayrıntısıyla anlatır, gözler önüne serer.
Biz tarihimizden uzaklaştıkça ya da tarihimize yabancılaştıkça, fesli sözde tarihçiler türedi biliyorsunuz.
Nutuk bulmak zor değil; zaman zaman yeniden okumakta fayda var.
Okumakta ve okutmakta fayda var.
Çünkü çabuk unutuyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs'ın heyecanını 16 Mayıs'ta hissetmekten bahseder.
Yeisli günler!
Çaresiz zamanlar.
Başarılı olmak zorundayız.
Ya olamazsak ?
Hayır, kitabımızda mağlubiyet yok.
Mutlaka kazanacağız.
16 Mayıs 1919 günü, kız kulesi açıklarında bekleyen Bandırma Vapuru, sırılsıklam inanç yüklüydü, iman yüklüydü.
Bu inancı, tüm memleket sathına yayacak komutan Beşiktaş kıyılarından ilerledi ve gemiye bindi.
Bu kurtuluş muştusunu çoğu emperyalist güç, kabullenmek istemedi.
Kimi işgalci hempaları da, Mustafa Kemal'i maceracı olarak görüyor, kurtuluş mücadelesini hafife alıyorlardı.
Kendi mantığı içinde manda ve himayeyi savunan isimli aydınlar vardı.
Rumlar ve Ermeniler çeteleşmiş, can yakıyor, kan akıtıyorlardı.
Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler, fiili olarak işgal devleti idiler.
Mustafa Kemal, tüm bunlara karşın, kurtuluşa inanıyordu.
Amasya'da, Erzurum'da, Sivas'ta, 'Ya istiklal, ya ölüm!' mottosunu ve inancını dünyaya haykırdı.
Bu bir manifestoydu; kurtuluş manifestosu..
Bu sözü eden, sadece milletini kurtarmaya yemin etmiş inançlı bir subay değil, aynı zamanda o uğurda ölümü göze almış bir türk yiğidiydi.
İnanmıştı ama daha ziyade, inandırmıştı.
Şayet ikna etmeyi başaramasa, milli kurtuluş savaşımız da bizim istediğimiz gibi sonuçlanmayabilirdi.
İyi ki Samsun'a çıktı da, bize başı dik bir vatan bıraktı..
Peki biz ne yaptık, aradan bunca zaman geldi geçti.
Kendisine Atatürkçüyüm diyenlerin bir kısmı, onun derinliğinden bihaber.
Kimisine, altı oku say desen sayamaz ama her daim Atatürkçülükten dem vururlar.
Afili parti toplantılarının gözdesidirler.
İçlerinde, Atatürkle ve Cumhuriyet tarihiyle kavgalı olanlar bile var.
Bu kadar cehalet, ancak eğitimle olur derler; bir bakıyorsunuz, kimileri hakikaten acayip donanımlı.
Atatürk, bir devir adamıdır.
Mücadelesini anlarsınız, anlanmazsınız; ancak size ve geleceğinize faydası olur, Atatürk'e bir faydası yoktur.
Bugünün siyasi tartışmaları içine Atatürk'ü sokmaya çalışmak, ne büyük ahmaklık !
Bunları düşünmek, insana acı veriyor.
Mustafa Kemal'in çok çok ilerisinde olmamız gerekirken, bugün onun Cumhurbaşkanlığı dönemini ve o dönemin dünyaya kabul ettirdiği onurlu siyaseti özlüyorsak eğer, ondan gerideyiz demektir.
Eğitimde, sağlıkta ve adalette; baktığımız her yerde, ondan gerideyiz.
Sanatta gerideyiz.
Bilimde gerideyiz.
Atatürk'ün, liyakat sahibi olmadan sırf kendisine yakın olduğu için makam sahibi yaptığı tek bir kişi söyleyin..
Söyleyemezsiniz!
Yoksa, o da istese tutar bir güreş hakemini âlâyıvâlâ ile bir devlet kurumunun başına getirirdi.
Kim buna engel olacaktı?
Tutar, akrabalarını akçeli işlerin içine sokar, suyun başına oturturdu.
Yapmadı, yapmazdı.
Çünkü Atatürk, bir rönesans düşünürü kadar yetkin bir fikir adamı, en az aydınlanma devrimcileri kadar bilime ve aklın ışığına inanmış insandı ve onun devrimi de bu temelde yükseliyordu.
Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1919 günü turistik bir seyahate çıkmış değildir.
Bir milletin kurtuluşuna adanmış bu yolculuk, Samsun'da noktalanıyor ve sonrasında kanla, terle verilecek kutsal bir mücadeleye kapı aralıyordu.
Atatürk, Samsun'a çıkışı ile başlattığı büyük Nutkunu, '"Muhterem Efendiler, sizi, günlerce süren, uzun ve teferruatlı beyanatım, en nihayet, mazi olmuş bir devrin hikâyesidir. Bunda, milletim için ve müstakbel evlâtlarımız için dikkat ve teyakkuzu (uyanıklığı) davet edebilecek, bazı noktalar, tebarüz ettirebilmiş isem kendimi bahtiyar addedeceğim (mutlu sayacağım)." diye bitiriyor.
Ve diyor ki, 'Ben manevi miras olarak hiçbir nas-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar."
Sizce bu mesajı alabildik mi?
Güldürmeyin adamı..
Şayet öyle olsaydı, bunca musibetin başımızda ne işi vardı?
19 Mayıs 1919'un yüz ikinci seneyi devriyesi ve Atatürk'ü anma gençlik ve spor bayramımız kutlu olsun.