Haftanın kitabında sizlere Kaan Murat Yanık imzalı Dünyasızlar'ı tanıtacağız.
Dünyasızlar bir roman ve bu roman aslında günümüzdeki bir hikâye ile başlıyor. Psikopat ve muhtemelen piyasada bolca bulunan yalaka ve yetersiz akademisyen platonik aşığı tarafından, yüzüne asit atılan ve dünyası karartılan genç bir kızın hazin öyküsü ile başlıyor… Sonra bu genç kızın hayli yaşlıca bir kişi ile tanışması ve sonra da onun hikâyesini dinlemesi üzerine devam ediyor. Ana hikâye Sovyet Rusya'da geçiyor. Bakü başta olmak üzere İkinci Dünya Savaşı yıllarına denk geliyor. 1941-42’li yıllarda geçen bir hikâye yani. Azerbaycanlı, çok sıkı iki dost olan Firuz ve Ayvaz'ın dostlukları var ve bu dostluğun içerisine bir de aşk hikâyesi giriyor: Maral...
İki kafadar Bakü'de hem veterinerlik okuyor, hem de tiyatro ile ilgileniyorlar ve çok sıkı birer kitap okurları. Fakat bir gün kaderden kaçamıyorlar ve İkinci Dünya Savaşı için cepheye yani Kızılordu’ya alınıyorlar. Sonrasında kuzeybatıya, Leningrad civarına doğru gidiyorlar ve burada yaşadıkları ana hikâye yaklaşık 1,5 yıllık bir zaman dilimini kapsıyor.
Bir roman olarak kalın hacmine rağmen kendini okutabilen bir roman. Hikâye işliyor, okuyorsunuz, sıkılmıyorsunuz. Üstelik merak uyandırıyor. Dili sade. Bunlar başarılı yönleri… Yeterince aforizma yoktu ancak bunun dışında epey bir kitaptan bahsediyor; romandan, edebiyattan, yazarlardan, sanattan…
Ancak romanın temel bazı eksikleri var. Bunlardan birincisi gerçekçilikle ilgili problemleri… Romanda gerçekçiliği arayan okurlar için, sürekli soru işareti olan açık kısımları olan bir romandı. Mesela roman 1941-42’de geçiyor. Bu iki kafadarın o dönemde 20-21 yaşlarında olduğunu varsayarsak demek ki 1920 doğumlular. Fakat günümüzdeki zamana geldiğimizde, akıllı telefonlardan falan bahsedildiğine göre demek ki, 2015 itibariyle düşünmemiz lazım. Bu durumda bunların 95-100 yaşlarında olmaları gerekiyor. Bir kere, buradan bir gerçekçilik hissini kapatmış oluyor.
Bir diğer konu fantastik bir roman bu… Yani doğaüstü hadiseler gerçekleşiyor; üstelik epeyce şey var içerisinde. İşte bu da bazı okurlar için eksi bir puana dönüşüyor. Yani böyle bir romanda gerçekçiliğin olması daha doğru olurdu. Dolayısıyla gerçekçilikten hayli uzak olmasının bir başka göstergesi de ikilinin savaş ortamını belli bölümlerde gerçeğinin uzağında yansıtması ve oradaki Alacakurt adlı bir karakterin varlığı. İkinci Dünya Savaşı ve Stalin dönemini iyi bilenler için öyle bir şeyin olması mümkün değil; Azerbaycan'da Türk casuslar ve Kızılordu'nun içerisinde sızmışlar… Şifreli yazışıyorlar, tayin çıkarıyorlar, teğmenler var, kullanılan bir sincap var bilmem ne var… Kurtların falan olduğu, rüyaların bolca kullanıldığı fantastik sahneler var. Hatta bir ipucu sayılabilir mi bilmiyorum ama, en sonunda akbabanın gelmesi ve göğe uçması falan… Artık orada gerçeklik iyice yerlerde süründü...
Aslında bir yazar, canının her istediğini yazamaz. Hele Cengiz Han'ın piramit mezarı falan… Oradaki karakter… İnandırıcılıktan tamamen uzaktı.
Yine bir başka konu, her iki karakter Azerbaycan Türkü olmasına rağmen sanki 1990'ların Türkiye’sindenmiş gibilerdi. Diyalogları, birbirleriyle şakalaşırken kullandıkları sözcükler falan hiç Azerbaycan işi gibi gelmiyor.
Tabii eğer, “ bu kadar gerçeklik arama, bu bir roman” diyorsanız buna bir itirazımız yok ama arka fonunda İkinci Dünya Savaşı'nı kullanan ve o dönemle ilgili bir hikâye anlatan bir romanda açıkçası çok sayıda tuhaf motif vardı.
Özetle, akıcı bir roman okumak istiyorsanız, çok da böyle fazla takılmadan, öyle miydi, böyle miydi, yaşları, yılları doğru muydu demeden, elbette keyifle okuyabileceğiniz bir roman olduğunu söyleyebiliriz.